20 Eylül 2016 Salı

İnsan nasıl giyinmeye başladı?

Hepimiz çıplak doğar, ama kamusal alanda vücudumuzu örtme ihtiyacı duyarız. Bunun nedenleri var: Soğuk iklimlerde giysiler bizi donmaya, aşırı sıcakta ise güneşe karşı korur.
Bugün hala avcılık ve toplayıcılık yapan bazı kabileler çıplak olmaya devam ediyor. Bu giyinmenin hayatta kalma açısından zorunlu olmadığını gösteriyor. Peki ilk ne zaman giyinmeye başladık?
Giysiler fosilleşmeden çürüdüğü için ilk insanların ne zaman çıplak dolaşmaya son verip bedenlerini hayvan postu ve derisi ile kapladığını gösterecek verilerden yoksunuz.

Antropologlar bunun yerine dolaylı yöntemlerle tarih belirlemeye çalışır. 2011'de bitler üzerine yapılan bir araştırma, giysilerin kökeninin 170 bin yıl öncesine dayandığını ortaya koydu.
Araştırmacılar saç biti ile giysi bitinin tür olarak o dönemlerde ayrıldığını düşünüyor.

Kıl olmayınca giysi

O zamanlar insanın atası Homo sapienler Afrika'da ortaya çıkmıştı. Vücutlarında fazla kıl yoktu artık. Oysa insana benzeyen homininler daha kıllıydı.

 Bazı uzmanlar işte bu kıl yitimini telafi etmek üzere giysi giymeye başladığını düşünüyor.
Günümüzde hala avcılık ve toplayıcılık yapan Sudan'daki Nuer gibi bazı kabilelerin asgari giysi giymesi, örtünmenin sadece korunma amaçlı olmayabileceğini, utanma hissinin baş göstermiş olabileceğini gösteriyor. Ancak bunu kanıtlayabilecek herhangi bir veri bulunmuyor.
Güney Amerika'daki Fuegian kabilesi gibi diğer avcı-toplayıcı toplulukların da bazı zamanlar basit giysiler giydiğini, ama çıplak da dolaştığını gösteren tarihsel veriler de var. Buna göre, ilk insanlar sadece üşüdükleri zaman giyinmiş olabilir.
Afrika dışındaki bölgelerde ise giysinin soğuğa karşı korunmak için zorunlu ihtiyaç olduğunu anlamak zor değil. Başka bir insan türü olan Neandertaller ise çok daha soğuk iklimlerde yaşadığı için giyinme ihtiyacı duymuş olmalı


Neandertallerin postu

Neandertaller Avrupa'da modern insandan önce yaşadı. Her iki türün de Homo heidelbergensis adı verilen aynı ortak atadan ortaya çıktığı sanılıyor. Eğer Neandertaller giysi giyiyor idiyse, giysi birden fazla kez icat edilmiş ve onlar bizden önce icat etmiş olmalı.
 Uzmanlar, Neandertaller ile insanların giysi konusunda farklı yaklaşım sergilediğine inanıyor.
Neandertallerin yaşadıkları yerlere bakarak kışın vücutlarının yüzde 70-80'ini örtmüş olduğu, muhtemelen sırtlarına basit bir hayvan postu aldıkları tahmin ediliyor.
Modern insanlar ise birkaç parçayı birleştirerek daha karmaşık giysiler dikiyordu. Kendilerini daha sıcak tutacak ayı sansarı gibi hayvanları avlamaya yöneldikleri sanılıyor.
Bugün Eskimolar bile, tüylerin donmaması özelliğinden dolayı bu hayvanların postunu tercih ettiği biliniyor.

Modern insanın teknoloji avantajı

Bazı antropologlar modern insanın soğuk iklimlerde yaşayacak özellikler geliştirmeyi beklemek yerine, daha uygun giysiler dikmelerini sağlayan uygun teknoloji sayesinde oralara uyum sağladığını söylüyor.
 Fakat Neandertaller de daha kısa ve tıknaz yapılı vücutlarıyla Avrupa'nın soğuk iklimine modern insandan daha iyi adapte olmuştu. Modern insanlar tarihlerinin önemli bir kısmını tropik Afrika'da geçirmişken Neandertaller Avrupa'ya çok daha önce gelmişlerdi.
Fakat ilginçtir ki onların soğuğa daha iyi uyum sağlamış olması aynı zamanda yıkılışlarına da neden olmuş olabilir.
30 bin yıl önce dünya iyice soğuduğunda zayıf vücutlarıyla soğuğa karşı çok daha hassas olan modern insanlar, bu açığı kapatmak için ekstra teknolojik yenilikler geliştirmek zorunda kaldılar. Özel kesici aletler ve iğneyle daha karmaşık giysiler üretebildiler.

Kemik aletler

Oysa Neandertallerin sadece basit kazıma aletleri vardı ve buzul çağına uygun giysiler üretemediler.
 Bu onların bizden daha az zeki olduğu anlamına gelmiyor. Önceleri vücutlarını tümüyle örten giysilere ihtiyaçları yoktu. Bu ihtiyaç belirdiğinde ise onu yapacak teknolojiden mahrumlardı.
Araştırmalar modern insanın Neandertallerden bazı şeyler öğrenmiş olabileceğini gösteriyor. 40 bin ila 60 bin yıl önce taş yerine kemikten aletleri ilk kullanan onlardı.
Neandertaller yok olduktan sonra benzer aletleri Homo sapienler kullanmaya başladı. Bazıları bunu Neandertallerden modern insana aktarılmış bir şeyler olduğunun kanıtı olarak görüyor.
Bu aktarım, doğrudan karşılaşma şeklinde değil de modern insanın Neandertal kemik aletlere rastlaması şeklinde olabilir.


 Giysi sosyal özellik kazanıyor
30 bin yıl önce Taş Devri giysileri daha gelişmişti. Gürcistan'da Dzudzuana Mağarası'nda o döneme ait boyalı keten lifleri bulundu.
Giysiler artık süsleme ve sembolik amaçlı kullanılıyordu. Aslında vücuda boyalarla desenler yapma giysilerden çok daha önce başlamış olabilirdi.
Neandertallerin 200 bin yıl önce vücutlarını kırmızı toprak boyasıyla boyadığını gösteren veriler var. Bu boya ayrıca hayvan postlarını boyamada, mağaralara yapılan resimlerde ve törensel mezarlarda da kullanılmış olabilir.
Uzmanlar, iklim soğuduğunda boyalı vücutların giysilerle örtüldüğüne ve bu süslemelerin giysilere aktarıldığına, bu durumda giysilerin ısıtma amacının yanı sıra sosyal bir özellik de kazandığına dikkat çekiyor.
Kısacası, giysiler sandığımızdan çok daha karmaşık özellikler taşıyor. Onlarsız hayatta kalamazdık, ama bugün ısıtma amacının çok daha ötesinde bir işlevleri var.
Giysiler kimliğimizin, kültürümüzün ve sosyal normlarımızın bir parçasıdır. Bizi diğer canlı türlerinden ve doğadan ayıran bir özelliktir. Ama bunun yanı sıra belli bir sosyal ya da siyasi gruba aidiyetimize işaret ederek bizi birbirimizden de ayırır.
KAYNAK:Melissa Hogenboom
               

16 Eylül 2016 Cuma

DAĞ,RÜZGAR VE GÜNEŞİN DERSİM OLMA HALİ

 Aliboğazı, adını Çoban Ali'den alır. Yılan Dağı'nın zirvelerinin arasında kalan geçide Çoban Ali, sürüsünü yayar. O gün gök baran-ı borandır. Ve şimşek, Ali'yi o boğazda ebedileştirir. Bu boğazda Seyit Rıza kalesinin üzerinde seyre durursanız; Munzurlardan Sultan Baba'ya, Düzgün Dağı'ndan Kertler'e, Beyaz Dağ ve Kırmızı Dağ'dan Kızıl Ziyaret'e, Çemişgezek'ten Keban Barajı kıyılarında bulunan Elazığ ve Malatya köylerine kadar bir alanı görürsünüz. Seyri doyumsuzdur. Pülümür hariç bütün Dersim gözler önündedir. Tabii ki derinleri görmek mümkün değil. Ancak birçok dağı, köyü görebilirsiniz. Yılan Dağı, kuzey-güney yönünde uzanır.
 Geçit veren boğaz ise doğu-batı yönüne bakar. Boğazın iki yanında kayalarda oluşan tepeler yükselir. Bu tepelerden güney yönünde olan yani Çemişgezek'e doğru uzanan kısma Kırklar Dağı denir. Bu tepede bir çeşme bulunmakta. Aynı zamanda burası halkımızca kutsal kabul edilen Kırklar Ziyareti'dir. Boğazı batı yönüne devirirseniz, Kılavuz Vadisi sizi muazzam görkemiyle karşılar. Ve Yılan Dağı'nın etrafından dolanarak sizi Tağar Çayı'na eriştirir. Boğazın doğu yönü ise hemen altında Aliboğazı suyunun süt gibi bembeyaz çıktığı pınar durur. Bu suya yarenlik ederseniz, sizi Tağar Suyu ile buluştuğu üçgene ulaştırır
 Tam bu üçgende tahminen otuz-kırk metreden dik bir şekilde dökülen şelaleye yaklaştığınızda, Temmuz sıcağında bahar serinliği veren esintisini hissedeceksiniz. Ve bu şelalenin kaynağının ve yatağının ikiye ayırdığı harabeye dönmüş Şelale köyünü görürsünüz. Köy '84'de, tıpkı vadi içindeki diğer köyler gibi boşaltılmıştır. Şelale suyunun iki yanında geniş düzlükler, bu engin arazide sahrayı andırır. Bu sahrada '94 ve sonraki düşman operasyonlarında yakılmış iki kilise, kadimlikleri ve haşmetleriyle dikkati çeker. Bu yıkıntılara bakınca insan bu toprakların kadim halkı yani Ermenilerin ustalık, üretkenlik ve de hazin olan ve yürek yakan sonlarını anımsıyor. O yıkıntılar emek dolu, özveri ve gayret dolu, yaşam dolu ve aynı o yıkıntılar kadar acı dolu... Belki bu tanımlamalar bile karşılamıyor; sonsuz vebali! Tağar ve Aliboğazı suyu, bu üçgende birleşir. Ve içine Kılavuz Suyu'nu da katarak Çemişgezek önünden Keban olmazdan önce Munzur'a erişirdi. Akıntıya ters yönde Tağar Suyu'nun üzerinde hareket ederseniz, adını aldığı Tağar Köyü karşılar sizi.Bu köyün güzelliği, bölge içinde her mevsim ayrı bir yerde durur. Anlatılmaz yaşanır cinsinden yani. Devam ederseniz nam-ı diğer Amutka Köyü durağınızdır. 1926 yılında yapılan karakoldan başka bir yaşam yoktur köyde. Bir sonraki durak, Dereköy olacaktır. Tağar Suyu buradan sonra iki koldur. Biri dere Emirgan'dır. Emirgan; Kakberi ve Danzi köylerine uğrar, Dürüt deresini kendine katar. Doğal köprüden geçer ve tam Dereköy'de Sarısaltık'ın eteklerinden doğan Ağveren Suyu ile buluşur. Artık Tağar olur.
Hozat'ı seyahat ederken gördüğünüz alan zozonlıktan başka bir şey değildir. Ama kim bilebilir ki, etrafı dağlarla çevrili bu kasabanın saklı bahçeleri var... İşte tarif ettiğimiz alan, bunlardan biri. Tıpkı Kinzir gibi.
 Sincik Dağı'nın bir yanı Ovacık (Pulur), bir yanı Merkez, bir yanı ise Hozat arazisidir. Bir yanı ise Bokır'a dayanır ve Munzur Vadisi'nin kuzey yamacı olur. Sincik'ten Dersim Merkez yönünden inişe geçince adını sanını bimediğiniz çeşit çeşit çiçekler, bitkiler göz alır. Ve dağ esintisi bu çiçeklerin kokularını yüzünüze yüzünüze çarpar. O anın tadı başka olur. Cennet dedikleri bu olsa gerek diye insan kendi kendine söylenir. Meşe ve kavak ağaçarından oluşan ormanlar yamaçları örtmekte, dere içleri ise söğüt ve daliklerle bezelidir. Karşınıza ilk Zeranik ve Haçeli, sonra Rengül ve Müşkirek çıkar. Hepsi harabedir. '94 mağdurudur. Bu bölgenin halkı baskıya dayanamayıp Deşt civarındaki köylere ya da Elazığ'a yerleşmiştir. Yavaş yavaş derinlere inilir. Avgasor Vadisi olarak anılan bu dere, taa ki vadi tabanına erişene kadar şelalelerle doludur. Bu şelaleler, iki üç metre derinliğinde göller oluşturur. Dere içinden gitmesi patikaya zor geldiği için sizi önce yukarı çıkarır, sonra aşağı indirir. En yukarda Balli mezrada geçer. Balli mezra baharın yemyeşil, yazın sapsarı bir viranedir. Sonra dimdik yamaçlardan vadinin en derinine kadar inersiniz. İnerken de Ermenilerin taşlarla ördükleri geçit vermez yerleri geçilir kılan basamakları adımlarsınız. Vadi tabanında yıkık değirmenlerin yanından geçerek Munzur'a doğru ilerlersiniz. Avgasor Suyu'nun Munzur Suyu'na kavuştuğu mekanda direnişiyle ünlü, isyancılara mesken olan dere Laç, düşmanın yüreğine korku salan görkemiyle sizi selamlar.
 Avgasor Vadisi, Sincik'in tepesinden deyim yerindeyse size dipsiz bir kuyuyu andırır. Eğer vadinin kuzey yamaçlarından aşarsanız sizi Beyaz Dağ ve önünde Deşt ve köyleri karşılar. Deşt önünden Çet Vadisi'nden gelen ve burada Dinar adını alan dere geçer. Ve ilerde Dinar Vadisi olur. Dinar'ın kuzey yamaçlarının tepeleri Zergovit ve de Helesor köyleri, ormanlarının bilinmezliği ile göz alır. Beyaz Dağ'ın ardında Kırmızı Dağ tepelerine ve eteklerinde barındırdığı kutsallarıyla siz de bir gezgincinin merakını uyandırır. Beyaz Dağ ve Kırmızı Dağ'ı, bir kanal büyüklüğündeki Zimek Deresi ayırır. Bu iki dağın arasında kalan vadi, Rabat Köyü'ne girmezden önce kanyon halini alır. Ve bu kanyonun bittiği yerde sizi Rabat Köprüsü ve kalesi Dersim'in ender tarihi kalıntıları olma gururu ile karşılar. Rabat Suyu, Çiçekli önünden geçer ve Tar Deresi olarak Munzur'a karışır.
Her su akarı kendini eninde sonunda Munzur'a katar. Her yanı dağların hakim olduğu bu coğrafya, nehirlerin ve derelerin gücüyle onlarca ihtişamlı ve korunaklı vadi ve dereciğe sahip olmuştur. Bu ise onun zenginliğinin zaptedilmezliğinin kaynağı olmuştur. Munzurların kayalardan oluşan derin dik vadileri ve tepeleri bir yanını Sultan Baba'ya dayamış olan Ahbanos, kudretini Jel Ana'dan alan Kutuderesi ve Pülümür'den bu yana Pülümür Vadisi, ona varan Dokuzkayalar ve dahası...
İşte Dersim coğrafyası. Dağın ve suyun kudreti ile yaratılmış bir cennet. Usta bir kalemden ciltlerce anlatılabilecek ayrıntıda saklı, muazzam güzellikler...
 Dersim sadece coğrafik olarak göz almaz, gönül fethetmez. Aynı zamanda esas dağ olan insanlarıyla da insanı etkiler. Genel olarak boyun eğmeyen tavrı ve nerede bir ezilenin direnişi varsa orada varolmak belirgin özelliğidir. Fransa'daki Nazi işgali döneminde direnişçilerin arasında bir Dersimlinin olduğu söylemi bunu kanıtlar gibi. Dağ, Dersimlinin en büyük sığınağıdır. Zafer olmamışsa bunda dağın etkisi birincildir. Ol sebepten, Dersimli dağın kıymetini ve kudretini bilir. Ve her ulu dağa, bir kutsallık atfetmiştir. Jel Ana, Düzgün Baba, Ağ Baba vb. gibi. Onlara ağıtlar, methiyeler dizmiş ve kurban adamışlardır. Boyun eğmemeyi ve dağın önemini Dersimli için en iyi anlatan '38 öncesi ve sonrası Deşt bölgesindeki köylerin birindeki bir amcanın köye vergi için gelen devlet memurlarına verdiği şu yanıt güzel anlatır:
 Elimdeki şu sopaya bak! Başımın üstündeki dağa bak! (Beyaz Dağ kastediliyor) Elimdeki sopayla seni döverim, gider o dağda da yatarım!
 Bu diyalog, 38'deki direnişin özünü hangi mayadan aldığının göstergesidir. Dersimli Proletarya Partisi ve onun savaşçılarına tam bir güven duymuş, umut bağlamıştır. Bu sürece kadar Dersimlinin devrim inancı hiçbir yerde olmadığı kadar güçlüymüş. Özellikle de üçlü cendere altında olan Dersim kadınında. Bugün onları dinliyoruz. O dönemde, bakır kaplarını kalaylatma ihtiyacını duymayan kadınlar niye, neden sorusuna, “zaten aş ortak, kazan da olacak, kalaya ne gerek?” diye umutlarını dillendirmişlerdir. Yine sabırsızlığını gösteren bir kadın gerillaya “ne zaman olacak bu iş?” diye sorar. Yine Deşt toprak işgaline katılmış anaların anılarını anlatırkenki coşkunluğu, umudu ve zafer kazanmış olmanın mağrurluğunu; o günkü anı insana yaşatarak anlatımları insanın beynine ve yüreğine işliyor. O gün çocuk olan, o günü hayal meyal hatırlayan bir kadının şu sorusu “Kirvem, o günleri tekrar görebilecek miyiz?” bize bir tereddütü ve aynı zamanda da umudu ve bir beklentiyi anlatmış oldu. Bir görevi, bir sorumluluğu tekrar hatıra sunmuş oldu, bu Dersimli kadın. Sadece o değil, onlarcası size bir çok şeyi öğretir, hatırlatır. (KAYNAK: Özgür Gelecek)






7 Eylül 2016 Çarşamba

İşçi sınıfının sesi yönetmen Ken Loach, Youtube'dan tüm filmlerini paylaştı

İşçi sınıfının sesini sinema perdesine taşıyan usta yönetmen Ken Loach, Youtube hesabı üzerinden tüm filmlerini parasız olarak izleyiciye sunuyor
İşçi sınıfının sesini uzun yıllardır sinema perdesine taşıyan usta yönetmen Ken Loach, Youtube hesabı üzerinden tüm filmlerini parasız olarak izleyiciye sunuyor.
Loach, “Ken Loach Films” isimli Youtube kanalı üzerinden onlarca filmini parasız olarak izleyicilere açtı. Loach’ın filmlerinde ağırlıklı olarak işçi sınıfı, yoksulluk, kapitalizm karşıtlığı ve sosyalizm vurguları işleniyor.
Ken Loach’ın filmlerine parasız olarak ulaşmak için tıklayın. (Gazeteyolculuk)








28 Ağustos 2016 Pazar

ÖMRÜNÜ SAMİ HAZİNSES OLARAK YAŞADI. SONRA DOĞDUĞUNDA VERİLEN ADLA SAMUEL AGOP ULUÇYAN OLARAK AYRILDI ARAMIZDAN.

        Öleyim, ondan sonra yaz Ermeni         olduğumu

Sadece oyuncu değil, sıra dışı bir sinema emekçisiydi. Çok sayıda filmin müziğini yaptı. Şarkılar yazdı, ona ait olduğunu bilmeden dinledik. Ömrünü Sami Hazinses olarak yaşadı. Sonra doğduğunda verilen adla Samuel Agop Uluçyan olarak ayrıldı aramızdan.
 1925 yılında Diyarbakır’ın eski adı Pîran olan Dicle ilçesinin, eski adı Herêdan olan Kırkpınar köyünde, dünyaya geldi. Eski adı Samuel Agop Uluçyan’dı!
1927 yılında, şimdi yerle bir olan Sur’un, eski adı Hançepek olan Hasırlı mahallesine yerleşti. Hançepek, Mıgırdiç Margosyan’ın kitabına adını veren Gavur mahallesidir.
İlkokulu bitirdikten sonra okumadı. Kentteki Ermenilerin çoğu gibi puşicilik yapmaya başladı.
Ufak tefek, ele avuca sığmaz, yanık sesli bir delikanlıydı. Müzikteki yeteneği kısa sürede dikkatleri çekti. 20’li yaşlarında Celal Güzelses’in yönettiği Diyarbakır Musiki Cemiyeti’nin bir üyesiydi.
 GÜL VE VİKTORYA
Sonra Diyarbakır ona dar geldi. Buraya kadar olanları anlatan Şeyhmus Diken’in aktardığına göre imkansız aşkı Gül’e kavuşma umudu kalmadığı, başka bir rivayete göre de kız kardeşi Viktorya’nın sevdiğiyle evlenmesine izin vermeyen babasına kızdığı için İstanbul’un yolunu tuttu. Yıl 1950’ydi.
İmkansız aşkı Gül’ü hiç unutmadı. Daha sonra yazacağı bütün şarkıları Gül için olacaktı…
Diyarbakır’dan İstanbul’a gelen hemen herkes gibi hemşerilerini bulup onların kaldığı eve yerleşti. Kendisi gibi asıl adlarını kullanmayan Danyal Topatan, Vahi Öz’dü bu hemşerileri.
DOKUMA MAKİNASINDAN ZEKİ MÜREN’E BESTE
Sonra bir kumaş fabrikasında işe başladı. Dokuma makinasının gürültüsü bir metronom olup takılmıştı kulağına. O metronomu melodilere aktarıp ‘Bir Dilbere Müptelâdır Gönlüm’ şarkısını besteledi. Şarkıyı ilk seslendiren o dönem yıldızı yeni yeni parlamakta olan Zeki Müren’di.
 O günlerde, hemşerisi olan film yapımcısı Mümtaz Alpaslan’ı bulunca hayatının seyri değişecekti. Alpaslan’ın filmlerinden birinin müziğini yaptı. Bu filmde canlandırdığı kısa bir rolle de oyunculuk alemine adım atmış oldu.
Bir kere girmişti Yeşilçam’ın büyüleyici, bir o kadar da çileli kapısından. Kısa süre sonra Mahir Canova’nın yönettiği Kara Davut filminde boy gösterdi. Rolü küçüktü ama filmin oyuncuları arasında dönemin starları Cüneyt Gökçer, Altan Karındaş, Atıf Kaptan ve Muhterem Nur vardı.
Yeşilçam’da hatta dünya sinemasında benzerine pek rastlanmayan bir figür olarak kalacaktı 40 yıl boyunca. Bir yandan küçük rollerle ekmeğini kazanırken bir yandan da film müzikleri yapıyor, şarkı sözleri yazıyor, besteler yapıyordu. Bestelediği eserlerin bir çoğu kısa sürede popüler oluyordu.
 ‘YETER AĞLATMA BENİ’
Bunlardan bugün en bilinenleri Sevim Tanürek’in seslendirdiği, ‘Derdimi Kimlere Desem’ ile Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses’in de söylediği ‘Yeter Ağlatma Beni’dir.
1960 yılında çekilen Şoför Nebahat filminde daha dişe dokunur bir rolü vardı. Filmin adını taşıyan şarkıya yaptığı beste dilden dile dolaştı o dönem. Müzisyen yanıyla kısa sürede yapımcı ve yönetmenlerin dikkatini çekti. Sonraki yıllarda 100’den fazla filme müzik yapacaktı.
Şoför Nebahat
40 yılı aşkın sinema yaşamında kaç filmde imzası olduğu tam olarak bilinmiyor. Bine yakın filmi olduğunu söyleyen bile var.
KUPÜRLER VE MESAM ÜYE LİSTESİ
Ancak bu 40 yıl boyunca hep yalnız yaşadı, çok az kişi çalıyordu kapısını. Gazetelerde de fazla boy gösteren biri değildi. Bu yüzden midir bilinmez, ömrünün son yıllarında ceplerinde gazetelerde çıkan kendisiyle ilgili haberlerin kupürleriyle dolaştı hep. Bir de MESAM üyelerinin listesinin olduğu bir broşürü hiç ayırmazdı yanından. Listede adının olduğu satırı kalemle işaretlemişti.
Bu kupürlerle, adının yer aldığı MESAM listesini, oyuncağını gösteren bir çocuğun heyecanlı sevinciyle gösterirdi yanındakilere.
 ‘ÖLDÜKTEN SONRA YAZ, ŞİMDİ BOŞ VER’
Kendisiyle yapılan ender söyleşilerden birisi 15 Aralık 1994 tarihine ait Ancak söylediklerinin öldükten sonra yazılmasını istiyor. Öyle skandal yaratacak sözler söylediği için falan değil. Sadece Ermeni olduğunun bilinmesini istemiyordu.
Ölümünden sonra 17 Haziran 2003 tarihinde internetten paylaşılan bu söyleşide gerçek kimliğinin bilinmesini neden istemediği sorulunca önce öfkeyle “Ermeni değilim ben” diye yanıt vermişti. Sonra durumu kabullenmiş, başını yana eğerek, “Eski sempati kalmıyor. Onun için istemiyorum. Yazma bunları. Öleyim, ondan sonra. Öldükten sonra yaz, şimdi boş ver” demişti.
Ama bir yandan da deli doludur. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönettiği ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’ filminin çekimleri için gittiği Adana’da aşka tutulur. Filmi çektikleri çiftlikte karşılaştığı bu kızdan da sevgisine karşılık bulamayınca kendini kaybeder, “Ben bu kızı kaçıracağım” diye tutturur.
YOL KENARINDA HÜNGÜR HÜNGÜR
Danyal Topatan, Vahi Öz ve Kadir Savun zor tutarlar. Sonra kayıplara karışır. Çekimler bitmiş yola çıkacaklardır ama o ortalarda yoktur. Sonra yol kenarına oturmuş hüngür hüngür ağlar halde bulurlar. Zor ikna edip alırlar otobüse.
Bildiğimiz ‘son aşkı’ ise sadece karşılıksız kalmayacak, işini kaybetmesine de neden olacaktır. Setlerde gördüğü Yeşilçam’ın bir oyuncusuna aşık olmuştur bu kez.
İçli gecelerinde bir şiir yazar. Dayanamaz aşkını anlatır, bu şiiri okur arkadaşlarına. Aşık olduğu kadın ise Yeşilçam’ın o dönem en çok film üreten yapımcılarından birisinin sevgilisidir. Olayı duyan yapımcı onu kara listeye alır ve bir daha onun setlerin kapısından içeri adım atmasına izin vermez.
DAĞLARA TEPELERE GAZEL
Derdini, duygularını kimseye anlatamaz. Yalnızlığını paylaşmak için dağlara tepelere çıkıp gözü yaşlı gazeller okuduğu rivayet edilir.
O kadar derin bir yara açmıştır ki bu yalnızlık onda ömrünün son yıllarında Okmeydanı SSK Hastanesi’nde yatarken, sevenlerinin ricasıyla, daha rahat etsin diye 7 kişilik bir odadan özel odaya alınınca kıyameti koparır.
“Ben eski odamda mutluydum. Ömür boyu yalnız yaşadım. Bari burada yalnız bırakmayın” diye tutturunca tekrar yerleştirirler 7 kişilik hasta odasına.
1990’lı yıllardan sonra Yeşilçam unutur onu. Ne bir rol teklif eden ne de film müziği isteyen vardır. Zor günler yaşamakta, kiralık bir evde, tek başına hayata tutunmaya çalışmaktadır.
Yaşı ilerledikçe birbiri ardına hastalıklar çalmaya başlar kapısını. Hafıza kaybı, yüksek tansiyon, prostat, şeker hastalığı…
 SOKAK ORTASINDA DÜŞÜP KALINCA
Üzerinde neredeyse yerlerde sürünen siyah bir palto, ayağında eski bir ayakkabı, soğuk bir kış günü sokakta yürürken, düşüp kalça kemiğini kırar. Çevreden geçenler tarafından hastaneye kaldırılır.
Uzun süre hastanede yatar. Ameliyatla protez bir kalça kemiği takılır ancak sinir sistemi iyiden iye bozulmuştur. Hastaneden gitmek için ortalığı yıkar, serumları parçalar. Sürekli sakinleştirici verip ellerini ayaklarını yatağa bağlarlar.
Bir kaç eski dost dışında hastane günlerinde de kimse çalmaz kapısını.
Taburcu olunca Göztepe Semiha Şakir Huzurevi’ne yerleştirirler. Artık tekerlekli sandalyeyle sürdürmektedir hayatını. Güçlükle konuşabilmekte, sorulara kısa yanıtlar vermektedir.
Sami Hazinses ömrünün çoğu gibi, son yıllarını da yalnız yaşadı.
Bir süre sonra tekrar rahatsızlanır ve Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılır. 77 yıllık hayat yolculuğunun sonuna gelmiştir. 22 Ağustos 2002’de hayata gözlerini yumar.
Kaldığı huzurevinde bir cenaze töreni yapılır önce. Cenazede sadece ölüm için sırasını bekleyen huzurevi sakinleri saf tutar.
Sonra Kadıköy Surp Takavor Kilisesi’nde yapılan törenin ardından Hasanpaşa Ermeni Mezarlığı’na defnedilir. Mezarlıktaki törende Yeşilçam’daki bir kaç dostu dışında kimseler yoktur.
DANYAL TOPATAN’IN ACISI
Yıllar önce bir gün bir arkadaşıyla konuşurken 1975’te ölen Danyal Topatan gelmişti aklına. Nebil Özgentürk’ün 5 Ekim 1995 tarihinde Sabah gazetesinde aktardığına göre şöyle hayıflanmıştı: “Yapayalnız açlık içinde öldü. Cenazesi bile bomboştu. Nasıl da üzülmüştüm. Bu vefasızlığa çok Kahroluyorum. Olur mu böyle şey, olur mu? Biz vatan haini miyiz.”
Onun son yıllarıyla cenaze töreni de eski ev arkadaşı Danyal Topatan’dan farksız olmuştu. Ve yıllar sonra aynı sözleri bir başka Yeşilçam emektarı onun için söyleyecekti belki de.
Gavur Mahllesi’nin yazarı Migirdiç Magrosyan’ın hemşerisiydi. Magrosyan, Gavur Mahallesi adlı kitabında onun ailesinden de söz eder. Bebası Tasci Zifkar, annesi Enna Uluçyan’dır. İki kardeşi daha vardır Viktorya ile Niso.
Viktorya, babasının sevdiği adamla evlenmesine izin vermediği, başkasıyla evlendirildikten bir süre sonra da hastalanıp ölen kardeşidir.
Niso ise annesi ve babasıyla Beyrut’a göçmüştür. Sami Hazinses, Diyarbakır’ı terk ettikten sonra, annesi babası ve kardeşlerini bir daha görmemiştir.
Ermeni kimliğini öldüğü güne kadar gizleyerek gülümsedi bize. Gerçek adını hiç öğrenemeden sevdik onu. Tıpkı Vahi Öz (Vahe Öz), Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan), Danyal (Danyel) Topatan ve babası Komik-i Şehir Naşit Özcan annesi ise daha sonra Emel adını alan Amelya Hanım olan Adile Naşit gibi…
Ya da Umut Tümay Arslan’ın Mazi Kabrinin Hortlakları /Türklük, Melankoli ve Sinemakitabında söylediği gibi: “Yeşilçam’ın Türklüğünden, patriarkisinden, ahlakçılığından ve arsız gözünden, hoyratlığından ve vefasızlığından payını almış pek çok kadın ve erkek. Ama bakışımızı kayıp ve yokluğun gerçeğine çeken, Yeşilçam’ın bize dönüp baktığı bu yerde en çok Sami Hazinses’i görüyorum ben. Gerçek adıyla Samuel Agop Uluçyan.”
VİKTORYA ÖLDÜ, NİSO BEYRUT’A GİTTİ
Yıllar sonra 1995’te bir gün konu ailesinden açılınca “Viktorya öldü. Niso annesi ve babasiyla Beyrut’a gitti. Annesi babası ölmüştür artık. Niso ölmemiştir herhalde” diyecekti.
Kaç filmde oynadığını kendisi dahil kimse bilmiyor. Hiç birimiz üç filminin adını sayamayız. Peki bir küçük kardeş sevgisiyle bağlandığımız bu güzel insanın sırrı ne?
Burada sözü (belki de hepimiz gibi Samuel Agop Uluçyan olduğunu bilmeden Sami Hazinses’i çok seven) Haydar Ergülen’e bırakalım:
“Bazı sanatçılar yapıtlarının toplamından fazla bir şeyi ifade ederler… Sanki onlar her zaman hayatımızın içinde olmuşlardır… Onları hayatımızın içinde bulduğumuz anı/ zamanı hatırlamayız bile. Tıpkı hepimizin Sami Hazinses’le ilk nerede, ne zaman karşılaştığımızı ve hiç yabancılık çekmeden birbirimizi nasıl sevdiğimizi hatırlamadığımız gibi… Sami Hazinses hem gözlerinden, hem yüzünden doğru eski tanışımızdır, hiçbir filmini doğru dürüst hatırlamayız ama Hazinses hep göz ve gönül belleğimizdedir. Sami Hazinses, ne figüran ne yardımcı oyuncu olarak adlandıramayacağımız bir ‘garip star’dır: Sokakların, yalnızlıkların, yoksullukların ‘star’ yaptığı ve kendi hayatında bile başrolü kapamayan, kapsa da oynayacağı şüpheli bir ‘star’.”

KAYNAK:GazeteDuvar.

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Giordano Bruno Kimdir? -"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım''

          DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İLK HAVARİSİ: GIORDANO BRUNO

Roma'da yolunuz ünlü Piazza Navona'ya düşerse mutlaka biraz daha güneye kıvrılıp daracık bir aralıktan geçtikten sonra kafeler ve çiçek dükkanlarının çevrelediği minik bir meydana göz atınız. Bu meydanın adıCampo dei Fiori (Çiçek Alanı)'dir; tam ortasında dimdik duran bir insan heykeli göreceksiniz. Bu bronz heykel 1600 yılının soğuk bir şubat günü aynı yerde diri diri tahta ateşinde yakılan Giordano Bruno’ya aittir.
 
Yaşamı
 
Giordano Bruno, İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır.  
 
Soylu bir ailenin çocuğu olarak 1548 yılında İtalya'nın Nola kasabasında dünyaya geldi. Onaltı yaşındaykenDominiken adını taşıyan bir tarikatta yer aldı. Burada Tomasso tanrıbilimini inceledi. Yeni ve eski filozofları okuyarak kendini geliştirdi.

 Campo dei Fiori Meydanı, Roma
 
Kopernik sistemi ile tanışınca, Bruno tarikat mensubu bir kişi olmaktan sıyrıldı ve buna bağlı olarak Hıristiyan inancıyla arasındaki bütün bağları koparttı. Kiliseye karşı bir sistem içinde yer aldığından din sapkınlığı ile suçlandı. 1576 yılında Roma’da daha 28 yaşında iken sapkınlık, dinsizlik şuçlarından dolayı hakkında dava açıldı. Düşüncelerinde ısrar etti ancak Engizisyon baskısından kurtulmak için Roma'ya ardından Kuzey İtalya'ya kaçtı.
 
Dinsizlik ile suçlandığı için hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamadı, sürekli gezdi. Cenevre'ye geçti, ardından Güney Fransa, Paris ve Londra'da devam etti yaşamına. 1582 yılında Sorbonne Üniversitesi'nde bir kürsü elde etti. Londra'da yapıtlarının birkaç bölümünü kitaplar halinde bastırdı. Londra'dan kısa bir süreliğine yine Paris'e geçen Bruno daha sonra bir İtalyan aristokrat olan öğrencisi Macenigo tarafından Venedik'e davet edilince bu daveti kabul etti. Burada Galileo Galilei ile tanıştı.
 
Ülkesini özlemiş, güneşine ve sıcak renklerine kavuşmuştu. Sık sık sunumlar ve konferanslar vererek Galileo ile bilgi ve fikir alışverini ilerletti.  Ancak Macenigo adlı bu aristokratla çatışınca, onun tarafından Engizisyon'a teslim edildi. Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylendi. Ama o, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermedi ve bilim adamı olmanın onurunu daima korudu.
 
Ölümü
 
Sekiz yıl hapiste kalarak tanrıya saygısızlık, ahlaksız davranış ve dinden çıkmak suçlarından soruşturuldu ve yargılandı. Uzun bir yargılamanın sonunda Hristiyanlık’ın ünlü ilkesine göre, kanı akıtılmadan eziyet edilerek öldürülmesine karar verildi.

 Ölüm kararını Bruno'ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır:
"Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz"

Kilisenin bu kararı, Roma'da Campo dei Fiori meydanında 17 Şubat 1600 de Bruno'nun diri diri yakılması ile yerine getirildi.
 
Düşünceleri, Eserleri
 
"Sonsuz sayıda güneş bulunmaktadır; yedi gezegenin bizim güneşimiz etrafında döndüğü gibi bunlar etrafında dönen gezegenleri vardır. Bu dünyalarda yaşayan varlıklar bulunmaktadır."

"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."

Düşüncelerinin açıklanmasının kendisi için çok tehlikeli olduğunu bildiği halde, yukarıdaki cümlesinden de anlaşılacağı gibi, yazı ve konuşmalarında düşüncelerini hep böyle açıkça ifade etmiştir.
 
"Küllü Çarsamba Yemegi" (Ash Wednesday Supper) (1584) ve "Sonsuz Evren ve Dünyalar Üzerine" (On the Infinite Universe and Worlds) (1584), Bunların yaninda "Neden, Ilke ve Birlik Üzerine" (On the Cause, Principle, and Unity) (1584)  adlı diyalogu ve şiirsel diğer diyalogu “Yiğitçe öfkeler üzerine” (Gle heroici furori) (1585). Kopernik kuramına dayanan güneş merkezli sistem Kilisenin ögretilerine ters düşüyor ve bunları coşku ile savunmasi Kilisenin öfkesini çekiyordu.
Bruno evrenin sonsuzluğu yanında evrenin birliği ilkesini de benimser. Buna göre Ortaçağ felsefesinde temel alınan gök ile yer ayrılığını red eder. Bruno; Tanrı'nın ve evrenin birbirinden farklı iki felsefe olmadığı, ama aynı gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu kabul eder.
 
Bruno, insanlığın yaratılış yazgısının yeniden gözden geçirilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Kilise için bu olacak iş değildi. Çünki Kilise ye göre yaratılış Ademle başlamış, kıyametle sona erecekti.
 
İnsanlığın aydınlanmasını için savaşan Bruno, tarihin her dönemimde halkların karanlıkta kalmalarını isteyen resmi görüşün savunucusu otorite tarafından yakılmıştır. Her resmi görüş, belli bir süreçte eskir ve karanlığın temsilcisi durumuna düşer. Ancak, gerçeği yakalayan bilimin savunucuları, ürettikleri bilgiler eskise de, yolları ve yordamları ile aydınlığı temsil ederler. Bilim tarihinin, yolu-yordamı en aydınlık kişiliklerinden birisi de Bruno’dur. İnandığı doğruyu, kendine hiçbir çıkar sağlamadığı halde, salt insanlığa sağlayacağı çıkar açısından dirençle savunan insanların en güzel örneğidir Bruno.
 
Kilise ona yaptığı haksızlık için kendini hiç bir zaman affettiremeyecektir.