28 Ağustos 2016 Pazar

ÖMRÜNÜ SAMİ HAZİNSES OLARAK YAŞADI. SONRA DOĞDUĞUNDA VERİLEN ADLA SAMUEL AGOP ULUÇYAN OLARAK AYRILDI ARAMIZDAN.

        Öleyim, ondan sonra yaz Ermeni         olduğumu

Sadece oyuncu değil, sıra dışı bir sinema emekçisiydi. Çok sayıda filmin müziğini yaptı. Şarkılar yazdı, ona ait olduğunu bilmeden dinledik. Ömrünü Sami Hazinses olarak yaşadı. Sonra doğduğunda verilen adla Samuel Agop Uluçyan olarak ayrıldı aramızdan.
 1925 yılında Diyarbakır’ın eski adı Pîran olan Dicle ilçesinin, eski adı Herêdan olan Kırkpınar köyünde, dünyaya geldi. Eski adı Samuel Agop Uluçyan’dı!
1927 yılında, şimdi yerle bir olan Sur’un, eski adı Hançepek olan Hasırlı mahallesine yerleşti. Hançepek, Mıgırdiç Margosyan’ın kitabına adını veren Gavur mahallesidir.
İlkokulu bitirdikten sonra okumadı. Kentteki Ermenilerin çoğu gibi puşicilik yapmaya başladı.
Ufak tefek, ele avuca sığmaz, yanık sesli bir delikanlıydı. Müzikteki yeteneği kısa sürede dikkatleri çekti. 20’li yaşlarında Celal Güzelses’in yönettiği Diyarbakır Musiki Cemiyeti’nin bir üyesiydi.
 GÜL VE VİKTORYA
Sonra Diyarbakır ona dar geldi. Buraya kadar olanları anlatan Şeyhmus Diken’in aktardığına göre imkansız aşkı Gül’e kavuşma umudu kalmadığı, başka bir rivayete göre de kız kardeşi Viktorya’nın sevdiğiyle evlenmesine izin vermeyen babasına kızdığı için İstanbul’un yolunu tuttu. Yıl 1950’ydi.
İmkansız aşkı Gül’ü hiç unutmadı. Daha sonra yazacağı bütün şarkıları Gül için olacaktı…
Diyarbakır’dan İstanbul’a gelen hemen herkes gibi hemşerilerini bulup onların kaldığı eve yerleşti. Kendisi gibi asıl adlarını kullanmayan Danyal Topatan, Vahi Öz’dü bu hemşerileri.
DOKUMA MAKİNASINDAN ZEKİ MÜREN’E BESTE
Sonra bir kumaş fabrikasında işe başladı. Dokuma makinasının gürültüsü bir metronom olup takılmıştı kulağına. O metronomu melodilere aktarıp ‘Bir Dilbere Müptelâdır Gönlüm’ şarkısını besteledi. Şarkıyı ilk seslendiren o dönem yıldızı yeni yeni parlamakta olan Zeki Müren’di.
 O günlerde, hemşerisi olan film yapımcısı Mümtaz Alpaslan’ı bulunca hayatının seyri değişecekti. Alpaslan’ın filmlerinden birinin müziğini yaptı. Bu filmde canlandırdığı kısa bir rolle de oyunculuk alemine adım atmış oldu.
Bir kere girmişti Yeşilçam’ın büyüleyici, bir o kadar da çileli kapısından. Kısa süre sonra Mahir Canova’nın yönettiği Kara Davut filminde boy gösterdi. Rolü küçüktü ama filmin oyuncuları arasında dönemin starları Cüneyt Gökçer, Altan Karındaş, Atıf Kaptan ve Muhterem Nur vardı.
Yeşilçam’da hatta dünya sinemasında benzerine pek rastlanmayan bir figür olarak kalacaktı 40 yıl boyunca. Bir yandan küçük rollerle ekmeğini kazanırken bir yandan da film müzikleri yapıyor, şarkı sözleri yazıyor, besteler yapıyordu. Bestelediği eserlerin bir çoğu kısa sürede popüler oluyordu.
 ‘YETER AĞLATMA BENİ’
Bunlardan bugün en bilinenleri Sevim Tanürek’in seslendirdiği, ‘Derdimi Kimlere Desem’ ile Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses’in de söylediği ‘Yeter Ağlatma Beni’dir.
1960 yılında çekilen Şoför Nebahat filminde daha dişe dokunur bir rolü vardı. Filmin adını taşıyan şarkıya yaptığı beste dilden dile dolaştı o dönem. Müzisyen yanıyla kısa sürede yapımcı ve yönetmenlerin dikkatini çekti. Sonraki yıllarda 100’den fazla filme müzik yapacaktı.
Şoför Nebahat
40 yılı aşkın sinema yaşamında kaç filmde imzası olduğu tam olarak bilinmiyor. Bine yakın filmi olduğunu söyleyen bile var.
KUPÜRLER VE MESAM ÜYE LİSTESİ
Ancak bu 40 yıl boyunca hep yalnız yaşadı, çok az kişi çalıyordu kapısını. Gazetelerde de fazla boy gösteren biri değildi. Bu yüzden midir bilinmez, ömrünün son yıllarında ceplerinde gazetelerde çıkan kendisiyle ilgili haberlerin kupürleriyle dolaştı hep. Bir de MESAM üyelerinin listesinin olduğu bir broşürü hiç ayırmazdı yanından. Listede adının olduğu satırı kalemle işaretlemişti.
Bu kupürlerle, adının yer aldığı MESAM listesini, oyuncağını gösteren bir çocuğun heyecanlı sevinciyle gösterirdi yanındakilere.
 ‘ÖLDÜKTEN SONRA YAZ, ŞİMDİ BOŞ VER’
Kendisiyle yapılan ender söyleşilerden birisi 15 Aralık 1994 tarihine ait Ancak söylediklerinin öldükten sonra yazılmasını istiyor. Öyle skandal yaratacak sözler söylediği için falan değil. Sadece Ermeni olduğunun bilinmesini istemiyordu.
Ölümünden sonra 17 Haziran 2003 tarihinde internetten paylaşılan bu söyleşide gerçek kimliğinin bilinmesini neden istemediği sorulunca önce öfkeyle “Ermeni değilim ben” diye yanıt vermişti. Sonra durumu kabullenmiş, başını yana eğerek, “Eski sempati kalmıyor. Onun için istemiyorum. Yazma bunları. Öleyim, ondan sonra. Öldükten sonra yaz, şimdi boş ver” demişti.
Ama bir yandan da deli doludur. 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın yönettiği ‘Karacaoğlan’ın Kara Sevdası’ filminin çekimleri için gittiği Adana’da aşka tutulur. Filmi çektikleri çiftlikte karşılaştığı bu kızdan da sevgisine karşılık bulamayınca kendini kaybeder, “Ben bu kızı kaçıracağım” diye tutturur.
YOL KENARINDA HÜNGÜR HÜNGÜR
Danyal Topatan, Vahi Öz ve Kadir Savun zor tutarlar. Sonra kayıplara karışır. Çekimler bitmiş yola çıkacaklardır ama o ortalarda yoktur. Sonra yol kenarına oturmuş hüngür hüngür ağlar halde bulurlar. Zor ikna edip alırlar otobüse.
Bildiğimiz ‘son aşkı’ ise sadece karşılıksız kalmayacak, işini kaybetmesine de neden olacaktır. Setlerde gördüğü Yeşilçam’ın bir oyuncusuna aşık olmuştur bu kez.
İçli gecelerinde bir şiir yazar. Dayanamaz aşkını anlatır, bu şiiri okur arkadaşlarına. Aşık olduğu kadın ise Yeşilçam’ın o dönem en çok film üreten yapımcılarından birisinin sevgilisidir. Olayı duyan yapımcı onu kara listeye alır ve bir daha onun setlerin kapısından içeri adım atmasına izin vermez.
DAĞLARA TEPELERE GAZEL
Derdini, duygularını kimseye anlatamaz. Yalnızlığını paylaşmak için dağlara tepelere çıkıp gözü yaşlı gazeller okuduğu rivayet edilir.
O kadar derin bir yara açmıştır ki bu yalnızlık onda ömrünün son yıllarında Okmeydanı SSK Hastanesi’nde yatarken, sevenlerinin ricasıyla, daha rahat etsin diye 7 kişilik bir odadan özel odaya alınınca kıyameti koparır.
“Ben eski odamda mutluydum. Ömür boyu yalnız yaşadım. Bari burada yalnız bırakmayın” diye tutturunca tekrar yerleştirirler 7 kişilik hasta odasına.
1990’lı yıllardan sonra Yeşilçam unutur onu. Ne bir rol teklif eden ne de film müziği isteyen vardır. Zor günler yaşamakta, kiralık bir evde, tek başına hayata tutunmaya çalışmaktadır.
Yaşı ilerledikçe birbiri ardına hastalıklar çalmaya başlar kapısını. Hafıza kaybı, yüksek tansiyon, prostat, şeker hastalığı…
 SOKAK ORTASINDA DÜŞÜP KALINCA
Üzerinde neredeyse yerlerde sürünen siyah bir palto, ayağında eski bir ayakkabı, soğuk bir kış günü sokakta yürürken, düşüp kalça kemiğini kırar. Çevreden geçenler tarafından hastaneye kaldırılır.
Uzun süre hastanede yatar. Ameliyatla protez bir kalça kemiği takılır ancak sinir sistemi iyiden iye bozulmuştur. Hastaneden gitmek için ortalığı yıkar, serumları parçalar. Sürekli sakinleştirici verip ellerini ayaklarını yatağa bağlarlar.
Bir kaç eski dost dışında hastane günlerinde de kimse çalmaz kapısını.
Taburcu olunca Göztepe Semiha Şakir Huzurevi’ne yerleştirirler. Artık tekerlekli sandalyeyle sürdürmektedir hayatını. Güçlükle konuşabilmekte, sorulara kısa yanıtlar vermektedir.
Sami Hazinses ömrünün çoğu gibi, son yıllarını da yalnız yaşadı.
Bir süre sonra tekrar rahatsızlanır ve Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne kaldırılır. 77 yıllık hayat yolculuğunun sonuna gelmiştir. 22 Ağustos 2002’de hayata gözlerini yumar.
Kaldığı huzurevinde bir cenaze töreni yapılır önce. Cenazede sadece ölüm için sırasını bekleyen huzurevi sakinleri saf tutar.
Sonra Kadıköy Surp Takavor Kilisesi’nde yapılan törenin ardından Hasanpaşa Ermeni Mezarlığı’na defnedilir. Mezarlıktaki törende Yeşilçam’daki bir kaç dostu dışında kimseler yoktur.
DANYAL TOPATAN’IN ACISI
Yıllar önce bir gün bir arkadaşıyla konuşurken 1975’te ölen Danyal Topatan gelmişti aklına. Nebil Özgentürk’ün 5 Ekim 1995 tarihinde Sabah gazetesinde aktardığına göre şöyle hayıflanmıştı: “Yapayalnız açlık içinde öldü. Cenazesi bile bomboştu. Nasıl da üzülmüştüm. Bu vefasızlığa çok Kahroluyorum. Olur mu böyle şey, olur mu? Biz vatan haini miyiz.”
Onun son yıllarıyla cenaze töreni de eski ev arkadaşı Danyal Topatan’dan farksız olmuştu. Ve yıllar sonra aynı sözleri bir başka Yeşilçam emektarı onun için söyleyecekti belki de.
Gavur Mahllesi’nin yazarı Migirdiç Magrosyan’ın hemşerisiydi. Magrosyan, Gavur Mahallesi adlı kitabında onun ailesinden de söz eder. Bebası Tasci Zifkar, annesi Enna Uluçyan’dır. İki kardeşi daha vardır Viktorya ile Niso.
Viktorya, babasının sevdiği adamla evlenmesine izin vermediği, başkasıyla evlendirildikten bir süre sonra da hastalanıp ölen kardeşidir.
Niso ise annesi ve babasıyla Beyrut’a göçmüştür. Sami Hazinses, Diyarbakır’ı terk ettikten sonra, annesi babası ve kardeşlerini bir daha görmemiştir.
Ermeni kimliğini öldüğü güne kadar gizleyerek gülümsedi bize. Gerçek adını hiç öğrenemeden sevdik onu. Tıpkı Vahi Öz (Vahe Öz), Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan), Danyal (Danyel) Topatan ve babası Komik-i Şehir Naşit Özcan annesi ise daha sonra Emel adını alan Amelya Hanım olan Adile Naşit gibi…
Ya da Umut Tümay Arslan’ın Mazi Kabrinin Hortlakları /Türklük, Melankoli ve Sinemakitabında söylediği gibi: “Yeşilçam’ın Türklüğünden, patriarkisinden, ahlakçılığından ve arsız gözünden, hoyratlığından ve vefasızlığından payını almış pek çok kadın ve erkek. Ama bakışımızı kayıp ve yokluğun gerçeğine çeken, Yeşilçam’ın bize dönüp baktığı bu yerde en çok Sami Hazinses’i görüyorum ben. Gerçek adıyla Samuel Agop Uluçyan.”
VİKTORYA ÖLDÜ, NİSO BEYRUT’A GİTTİ
Yıllar sonra 1995’te bir gün konu ailesinden açılınca “Viktorya öldü. Niso annesi ve babasiyla Beyrut’a gitti. Annesi babası ölmüştür artık. Niso ölmemiştir herhalde” diyecekti.
Kaç filmde oynadığını kendisi dahil kimse bilmiyor. Hiç birimiz üç filminin adını sayamayız. Peki bir küçük kardeş sevgisiyle bağlandığımız bu güzel insanın sırrı ne?
Burada sözü (belki de hepimiz gibi Samuel Agop Uluçyan olduğunu bilmeden Sami Hazinses’i çok seven) Haydar Ergülen’e bırakalım:
“Bazı sanatçılar yapıtlarının toplamından fazla bir şeyi ifade ederler… Sanki onlar her zaman hayatımızın içinde olmuşlardır… Onları hayatımızın içinde bulduğumuz anı/ zamanı hatırlamayız bile. Tıpkı hepimizin Sami Hazinses’le ilk nerede, ne zaman karşılaştığımızı ve hiç yabancılık çekmeden birbirimizi nasıl sevdiğimizi hatırlamadığımız gibi… Sami Hazinses hem gözlerinden, hem yüzünden doğru eski tanışımızdır, hiçbir filmini doğru dürüst hatırlamayız ama Hazinses hep göz ve gönül belleğimizdedir. Sami Hazinses, ne figüran ne yardımcı oyuncu olarak adlandıramayacağımız bir ‘garip star’dır: Sokakların, yalnızlıkların, yoksullukların ‘star’ yaptığı ve kendi hayatında bile başrolü kapamayan, kapsa da oynayacağı şüpheli bir ‘star’.”

KAYNAK:GazeteDuvar.

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Giordano Bruno Kimdir? -"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım''

          DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN İLK HAVARİSİ: GIORDANO BRUNO

Roma'da yolunuz ünlü Piazza Navona'ya düşerse mutlaka biraz daha güneye kıvrılıp daracık bir aralıktan geçtikten sonra kafeler ve çiçek dükkanlarının çevrelediği minik bir meydana göz atınız. Bu meydanın adıCampo dei Fiori (Çiçek Alanı)'dir; tam ortasında dimdik duran bir insan heykeli göreceksiniz. Bu bronz heykel 1600 yılının soğuk bir şubat günü aynı yerde diri diri tahta ateşinde yakılan Giordano Bruno’ya aittir.
 
Yaşamı
 
Giordano Bruno, İtalyan filozof, rahip, gökbilimci ve Rönesans felsefesini biçimlendiren filozofların en önemlilerinden biridir ve şair yönüyle de edebiyata en yakın duranıdır.  
 
Soylu bir ailenin çocuğu olarak 1548 yılında İtalya'nın Nola kasabasında dünyaya geldi. Onaltı yaşındaykenDominiken adını taşıyan bir tarikatta yer aldı. Burada Tomasso tanrıbilimini inceledi. Yeni ve eski filozofları okuyarak kendini geliştirdi.

 Campo dei Fiori Meydanı, Roma
 
Kopernik sistemi ile tanışınca, Bruno tarikat mensubu bir kişi olmaktan sıyrıldı ve buna bağlı olarak Hıristiyan inancıyla arasındaki bütün bağları koparttı. Kiliseye karşı bir sistem içinde yer aldığından din sapkınlığı ile suçlandı. 1576 yılında Roma’da daha 28 yaşında iken sapkınlık, dinsizlik şuçlarından dolayı hakkında dava açıldı. Düşüncelerinde ısrar etti ancak Engizisyon baskısından kurtulmak için Roma'ya ardından Kuzey İtalya'ya kaçtı.
 
Dinsizlik ile suçlandığı için hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamadı, sürekli gezdi. Cenevre'ye geçti, ardından Güney Fransa, Paris ve Londra'da devam etti yaşamına. 1582 yılında Sorbonne Üniversitesi'nde bir kürsü elde etti. Londra'da yapıtlarının birkaç bölümünü kitaplar halinde bastırdı. Londra'dan kısa bir süreliğine yine Paris'e geçen Bruno daha sonra bir İtalyan aristokrat olan öğrencisi Macenigo tarafından Venedik'e davet edilince bu daveti kabul etti. Burada Galileo Galilei ile tanıştı.
 
Ülkesini özlemiş, güneşine ve sıcak renklerine kavuşmuştu. Sık sık sunumlar ve konferanslar vererek Galileo ile bilgi ve fikir alışverini ilerletti.  Ancak Macenigo adlı bu aristokratla çatışınca, onun tarafından Engizisyon'a teslim edildi. Ona, düşüncelerinden vazgeçmesi ve sonsuz evren görüşünün din sapkınlığı olduğunu kabul etmesi durumunda kilise tarafından affedileceği söylendi. Ama o, gördüğü bütün işkencelere karşın, görüşlerinden taviz vermedi ve bilim adamı olmanın onurunu daima korudu.
 
Ölümü
 
Sekiz yıl hapiste kalarak tanrıya saygısızlık, ahlaksız davranış ve dinden çıkmak suçlarından soruşturuldu ve yargılandı. Uzun bir yargılamanın sonunda Hristiyanlık’ın ünlü ilkesine göre, kanı akıtılmadan eziyet edilerek öldürülmesine karar verildi.

 Ölüm kararını Bruno'ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır:
"Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz"

Kilisenin bu kararı, Roma'da Campo dei Fiori meydanında 17 Şubat 1600 de Bruno'nun diri diri yakılması ile yerine getirildi.
 
Düşünceleri, Eserleri
 
"Sonsuz sayıda güneş bulunmaktadır; yedi gezegenin bizim güneşimiz etrafında döndüğü gibi bunlar etrafında dönen gezegenleri vardır. Bu dünyalarda yaşayan varlıklar bulunmaktadır."

"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."

Düşüncelerinin açıklanmasının kendisi için çok tehlikeli olduğunu bildiği halde, yukarıdaki cümlesinden de anlaşılacağı gibi, yazı ve konuşmalarında düşüncelerini hep böyle açıkça ifade etmiştir.
 
"Küllü Çarsamba Yemegi" (Ash Wednesday Supper) (1584) ve "Sonsuz Evren ve Dünyalar Üzerine" (On the Infinite Universe and Worlds) (1584), Bunların yaninda "Neden, Ilke ve Birlik Üzerine" (On the Cause, Principle, and Unity) (1584)  adlı diyalogu ve şiirsel diğer diyalogu “Yiğitçe öfkeler üzerine” (Gle heroici furori) (1585). Kopernik kuramına dayanan güneş merkezli sistem Kilisenin ögretilerine ters düşüyor ve bunları coşku ile savunmasi Kilisenin öfkesini çekiyordu.
Bruno evrenin sonsuzluğu yanında evrenin birliği ilkesini de benimser. Buna göre Ortaçağ felsefesinde temel alınan gök ile yer ayrılığını red eder. Bruno; Tanrı'nın ve evrenin birbirinden farklı iki felsefe olmadığı, ama aynı gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu kabul eder.
 
Bruno, insanlığın yaratılış yazgısının yeniden gözden geçirilmesi gerektiği sonucuna varmıştı. Kilise için bu olacak iş değildi. Çünki Kilise ye göre yaratılış Ademle başlamış, kıyametle sona erecekti.
 
İnsanlığın aydınlanmasını için savaşan Bruno, tarihin her dönemimde halkların karanlıkta kalmalarını isteyen resmi görüşün savunucusu otorite tarafından yakılmıştır. Her resmi görüş, belli bir süreçte eskir ve karanlığın temsilcisi durumuna düşer. Ancak, gerçeği yakalayan bilimin savunucuları, ürettikleri bilgiler eskise de, yolları ve yordamları ile aydınlığı temsil ederler. Bilim tarihinin, yolu-yordamı en aydınlık kişiliklerinden birisi de Bruno’dur. İnandığı doğruyu, kendine hiçbir çıkar sağlamadığı halde, salt insanlığa sağlayacağı çıkar açısından dirençle savunan insanların en güzel örneğidir Bruno.
 
Kilise ona yaptığı haksızlık için kendini hiç bir zaman affettiremeyecektir. 

7 Ağustos 2016 Pazar

''Seyyar Bellek'' Pers Veziri Abdül Kasım İsmail'in deve sırtındaki kitaplığı


 İsadan önce 47 yılının üçüncü gününde Antik Çağın en ünlü kütüphanesi cayır cayır yandı.
Romalı lejyonlar Mısırı istila ettiler ve Julius Sezarın Kleopatranın erkek kardeşiyle giriştiği çarpışmaların birinde, alevler İskenderiye kütüphanesindeki binlerce papürüs rulonun büyük bir kısmını kül etti.

Bir kaç bin yıl sonra Kuzey Amerikalı lejyonlar Irakı istila ettiler ve George W. Bushun kendi icat ettiği düşmana karşı düzenlediği haçlı seferinde Bağdat Kütüphanesinin binlerce kitabı yanıp kül oldu. 




Tüm insalık tarhinde kitapları savaşlardan ve yangınlardan korumaya yönelik şu projenin bir benzeri daha olmadı: seyyar kütüphane, Onuncu Yüzyılın sonlarında Pers ülkesinin büyük veziri Abdül Kasım İsmailin bulduğu bir fikirdi, 

 Bu ileri görüşlü adam, yorulma nedir bilmez gezgin, kütüphanesini yanında taşıyordu. İki kilmetre uzunluğunda bir kervan oluşturan dört yüz deve, sırtlarında yüz on yedi bin kitap taşıyordu. Develer aynı zamanda eser katoğu vazifesi de görüyorlardı: her deve grubu Pers alfabesinin otuz iki harfinden biriyle başlayan kitap isimlerini taşıyordu.