14 Ocak 2014 Salı


Uzaktaki Kent, Kentteki Uzaklık


"Bu Paris yaşantısı, sürekli bir savaş" diyordu Balzac [1] . Paris'in yoksul mahalleleriyle, kibar muhitlerinde cereyan eden, "çalışmaları hiçbir zaman ödüllendirilmeyen baldırıçıplaklar"la tahvil, bono, çek, senet ve servet avcılarının iştirak ettiği, "alçakgönüllülükleri, zayıflıkları ya da ilgisizlikleri yüzünden her şeye katlananlar"la, onlara her şeyi çektirmek niyetinde olanlar arasında süren sosyal bir savaştı bu.

"19. yüzyılın başkenti" gibi, Paris gibi, aynı yüzyılın diğer bütün büyük kentleri de, aynı sosyal savaş sebebiyle günümüz metropollerinin klasik toprağıdırlar. Dönemin Paris'i, Berlin'i, ya da Petersburg'u, günümüz metropollerinin, şimdilerde açığa çıkmış bütün gerçekliğini vaktiyle bir potansiyel olarak bünyesinde barındırmış olan ilk nüveleri ve çekirdeğidirler. 1844 yılının Londra'sı genç Engels'e şu satırları yazdırıyordu örneğin: "... Ancak başkentin sokaklarında bir iki gün dolaştıktan, sonsuz araç sıraları ve insan gürültüsü arasında zorlukla yol açtıktan, teneke mahallelerini gezdikten sonra insan, kentlerine doluşmuş olan uygarlığın bütün bu harikalarını yaratabilmek için bu Londralıların insanlıklarının en iyi yönlerinden fedakârlık etmeye zorlandıklarını, içlerinde uyuklayan binbir gücün atıl kaldığını anlıyor."[2] İnsanı insanlaşmaktan, kendi özgürleşimini gerçekleştirmekten alıkoyan, onu "yabancılaşmış", "sakatlanmış" bir "Ben"e mahkûm eden bugünkü "Kafkaesk dünya" nın, 1844 Londra'sında gözlenmiş bu "fedakârlığın" eseri olmadığını kim iddia edebilir? Daha 1840'ların Londra'sında tespit edilmiş bir gerçeklik olarak, modern kentte insanlar, "sanki hiçbir ortak noktaları, birbirleriyle hiçbir ilgileri yokmuşçasına birbirleri üstüne yığılmakta" idiler. Engels'e göre kentli insanların tek ortak yönleri, "karşıdan gelen kalabalık akınların yolunu kesmemek için herkesin kaldırımın kendi tarafında durması gerektiği" konusunda konuşmadan anlaşmış olmalarıydı. "Hiç kimsenin aklına bir bakışla bile diğerini şereflendirmek gelmiyor" diyordu Engels; "Bu hayvani ilgisizlik ve özel çıkarları içinde her birinin duygusuzca yalıtılması, bireylerin sayısı sınırlı bir yer içinde kalabalıklaştıkça daha itici, daha da çirkin bir hal alıyor"du. Her yerde barbarca bir kayıtsızlığın, bir tarafta katı bir bencillik, diğer taraftaysa isimsiz bir sefaletin hüküm sürdüğü bu koşullarda bu ilgisizlik ve çıkar savaşı "öylesine yüzsüzce" yapılıyordu ki, "insan" diyordu Engels, "burada açıkça kendisini gösteren sosyal durumumuzun sonuçları altında eziliyor, bu çılgın bünyenin hâlâ bir arada durmasına sadece şaşıp kalabiliyor." [3]

İnsanların, kent denen uygarlık harikasını yaratmak için insanlıklarının hangi yönlerinden "fedakârlık etmeye zorlandıklarını" ve halihazırda bunun ne boyutlarda yaşandığını bugün onların birbirleriyle olan ilişkilerine bakarak daha iyi anlayabilecek durumdayız. Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'dan "Büyük Ödül"le dönen son filmi Uzak, "hayvani ilgisizlik ve özel çıkarlar" içinde, birbirinden "duygusuzca yalıtılmış" insanlar hakkında bugün söylenmesi gereken şeyin ne olduğunun apaçık kanıtlarını veriyor. Bu filmde biz, metropollerdeki insanlar arası ilişkinin, 19. yüzyıldan devralınmış bir "savaş"ın devamı olarak, gerçekte bir yalnız bırakılma ilişkisi olduğunu gördük. Sevgisizlik, bencillik ve kinizm, büyük şehirlerde serbestçe kol geziyor. Nuri Bilge Ceylan, Uzak'ta bize bunun (yalnızca insanın gerçek ıstırabını bilen bir gözün görebileceği) çarpıcı kesitlerinden birini verdi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder