31 Aralık 2015 Perşembe

Melbourne, üst üste beşinci kez 'dünyanın en yaşanabilir kenti' seçildi

 Ekonomik analizler yapan ve öngörülerde bulunan bağımsız Economist Intelligence Unit adlı kuruluşun bu sene yayımladığı 'dünyanın en yaşanabilir kentleri' listesinde ilk sıraya 100 üzerinden 97,5 puan alan Melbourne yerleşti.

Sağlık, eğitim, istikrar, altyapı, suç oranları, sosyal kalkınma, kültür ve çevre gibi 30 ayrı kritere göre puanlanan 140 şehrin yer aldığı listede ikinciliği 97,4 puan alan Avusturya'nın başkenti Viyana ve üçüncülüğü 97,3 puan alan Kanada'nın Vancouver kenti aldı.
 Son 12 ayda Fransa ve Tunus'taki terör saldırılarının yanı sıra Ortadoğu'da, Ukrayna'da ve Libya'da süregelen çatışmaların yol açtığı küresel istikrarsızlığın listedeki puanlamaya yansıdığı belirtildi.

Kanlı iç savaşın devam ettiği Suriye'nin başkenti Şam ise listenin sonunda yer aldı.

'Büyük ölçüde sivil itaatsizlik tehdidinin azalması nedeniyle' Çin'in yedi şehrinin puanlarını iyileştirdiği listede başkent Pekin 5 sıra atlayarak 69'unculuğa çıktı.
 Listede en yaşanabilir ilk 5 kent şöyle sıralandı:

1- Melbourne (Avustralya)
2- Viyana (Avusturya)
3- Vancouver (Kanada)
4- Toronto (Kanada)
5- Adelaide (Avustralya) ve Calgary (Kanada)

Listenin sonunda yer alan 5 kent ise şöyle:

136- Trablus (Libya)
137- Lagos (Nijerya)
138- Port Moresby (Papua Yeni Gine)
139- Dakka (Bangladeş)
140- Şam (Suriye)

Prof. Dr. Asnu Bilban Yalçın: Antik tiyatro Sarayburnu'ndaki yamaçta


Bizans sanatı tarihçisi ve İstanbul Yaros Kalesi kazı başkanı Prof. Dr. Asnu Bilban Yalçın, İstanbul antik tiyatrosunun Topkapı Sarayı'nın Sarayburnu'na bakan yamacında olduğu görüşünün hakim olduğunu söyledi. Yalçın yapılacak bir kazı için önerilerde de bulundu.
 İstanbul’daki antik tiyatronun yeri ile ilgili Radikal’in başlattığı tartışma sürüyor. İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bizans sanatı tarihçisi ve İstanbul Yaros Kalesi kazı başkanı Prof. Dr. Asnu Bilban Yalçın antik tiyatro için bilimsel araştırmanın başlamasını istedi. Üniversite ve müze işbirliğini ön gören Yalçın, antik kaynaklarda tiyatronun Topkapı Sarayı’nın Sarayburnu’na bakan yamacında olduğu görüşünün hakim olduğunu söyledi.
İşte Prof. Yalçın’ın antik tiyatro ile ilgili görüşleri;
- Malum Grek ve Roma devri için tarihi kaynaklara (özellikle Zosimos, sonra Esykios, Lydos'lu İoannes ve İ. Malalas) başvurarak Antik Byzantion'un yapıları ve şehirciliği hakkında bilgiler ortaya koyabiliyoruz. Arkeolojik verilerin eksik olması da varsayımları zorlaştırmakta.
- Byzantion'un Septimius Severus tarafından yaptırılan (muhtemelen daha önceki lokasyonunda) iki tiyatrosu olduğu anlaşılmakta. Birinin yerini bilmediğimiz bir Afrodites tapınağı yakınlarında olduğu belirtilmekte. Bir de -belki de- av ve vahşi hayvan eğlenceleri için bir anfitiyatroydu.
  V. YY. başında Notitia Urbis'in aktardığı theatrum majus, muhtemelen Topkapı Sarayı mutfaklarının altındaki yamaçta olmalıydı. Az çok 100 metrelik bir girinti buna işaret edebilir. Ayrıca, antik geleneklere uygun eğimli yerde, deniz manzaralı yer tiyatro için çok uygun görünmekte. Ayrıca 50'li yılların sonunda yapılan hafriyatta çıkan aslan ayaklı mermer oturma sıraları tiyatronun burada olduğunu destekleyecek buluntular.(Kaynak Radikal)

24 Aralık 2015 Perşembe

Fotoğraf tarihinden güncelliğe…








Ara Güler’in, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotograflarını çekmesi yazılı basında ve sosyal medyada günlerdir tartışılıyor. Ara Güler konusunda herkesin, en başta da fotoğrafçıların ne kadar hassas olduğunun farkındayım. Bu konuya geçmeden önce fotoğraf tarihinden örnekler verelim: 
HİTLER DÖNEMİNDE NE OLDU?
Nazi partisi 1926 yılında iktidara gelince ilk işleri görsel iletişim alanında çalışmalar yapmak oldu. Hitler’in sağ kolu olarak hizmet veren Fotoğrafçı Heinrich Hoffmann’dan bahsetmeden olmaz.
Almanya’daki resimli dergilerin yöneticileri artık 3. Reich’e duydukları sadakate göre seçiliyorlardı. Fotoğraf alanında başarılarıyla göz dolduran Hoffmann, 1919 yılında Münih’te süren iç savaşta çektiği fotoğrafları dünya dergilerine satarak çok para kazanmıştı. Amerikan gazete grubu Hearst, Hitler’in fotoğraflarını çekip getirirse 5 bin dolara satın alacağını söyleyince Hoffmann, 1919 sonlarında üye sayısı az olan Nazi partisine üye olur. Kısa sürede Hitlerin güvenini kazanır ve yakın arkadaşı olur. Hitlerin bol ve çeşitli pozlarda fotoğraflarını çeker. Çektiği fotoğraflar Hitlerin söylevlerinde ve propagandalarında kullanılır. 1933’lerde Hitleri konu alan fotoğrafları yayımlama hakkı da Hoffmann’ın olmuştur. Hoffmann, Reichstag üyesi oldu ve 1938’de Herr Professor unvanı aldı. Nazizm propagandası yapmayı amaçlayan bir ajans ve yayınevi kurdu. Yetenekli fotoğrafçıları bir araya getirerek Hitler’in ve resmi olayların fotoğraflarını çekme ve yayımlama hakkını aldı. Artık, Almanya’da çekilen fotoğrafların tek seçicisiydiler. Onlardan izinsiz ne fotoğraf çekiliyor ne de yayınlanabiliyordu. Büyük bir servet edindiler. Bugün Hitler ve Hitler dönemine ait belgesel fotoğrafların propaganda amacıyla nasıl üretildiklerini ve kullanıldıklarını daha iyi anlayabiliyoruz. Faşizmin fotoğrafı (sanatı) estetize ederek, kitleleri etkilemek için nasıl kullandığını görüyoruz. Hoffmann, kızını Nazi gençlik lideriyle evlendirerek Führer’e bağlılığını ispatlarken, torununu Hitlerin kucağında “Çocukları seven, sevimli amca Hitler” pozlarında çekerek propaganda da kullanmayı da ihmal etmemişti. Bu kısaca yazdığımız gerçekler bile görsel iletişimde fotoğrafın yeri ve önemini bir kez daha gözler önüne seriyor. Sonrası malum. O şaşaalı dönem bitti. Hoffman yargılandı ve  1947’de 10 yıl ceza aldı. Tüm malvarlığına el konuldu. Herr Professor unvanı geri alındı. Daha sonra cezası 5 yıla indirildi. Bugün hem Hitlerin ihtişamlı fotoğraflarının hem de toplama kamplarındaki insanların yakılmalarına kadar olan milyonlarca insanlık dışı vahşeti belge olarak çekerek/çektirerek bugünlere kalmasını sağlamıştır. 1957 yılında 72 yaşında öldüğünde, Hitler yönetiminde en büyük kârlarını edinen Nazilerden biri olarak hatırlanan bir fotoğrafçı olmuştur. (Mehmet Ünal-Yaşamın aynası fotoğraftan yararlanılmıştır)
 BİR BAŞKA ÖRNEK VERELİM:Yousuf Karsh (23 Aralık 1908, Mardin, Osmanlı İmparatorluğu - 13 Temmuz 2002, Boston, ABD), çağın önemli kişilerini görüntüleyen portre çalışmalarıyla tanınmış Kanadalı fotoğrafçı.
1941’de çektiği Sir Winston Churchill portresi ünlüdür. Karsh, puroyla poz veren Churchill’e sigarasını ağzından çıkarmasını söylemiş, Churchill kabul etmeyince de yanına giderek sigarayı ağzından çekip almış. Karsh, 1946’da yayımladığı “Kaderin Yüzleri” adlı kitapta, amacını, ünlü yüzleri, “hem göründükleri gibi, hem de kendilerini yansıttıkları gibi” resmetmek olarak açıklamıştı.
Başta Churcill olmak üzere güçlü kişiler, diktatörler imaj yaratıcılarından yararlanmışlardır. Fotoğrafçılar bu işi görmüşlerdir. Neden CB. RTE yararlanmasın? Ama yararlanacağı kişi onca fotoğrafçı arasında Ara Güler mi olacaktı?  

ARA GÜLER MEVZUNA DAİR…
Yıllardır bu alanda yazan ve fotoğraf çeken biri olarak Ara Güler üstüne yazmanın zorluğunu biliyorum. Geçmiş yıllarda Ara Güler’in röportaj fotoğraflarını çekmiş, kendisiyle konuşmuş biri olarak zor da olsa yazmam bir zorunluluk olmuştur. 
Bu arada başta fotoğraf dünyası olmak üzere olumlu ve olumsuz eleştiriler sosyal medyada paylaşıldı. Yücel Tunca sosyal medyada  şöyle yorum yapmıştı ve ben de katılmıştım;
 “Ara Güler’in arşivi Doğuş Grubu tarafından alınmış ve kurulacak bir şirketin kontrolünde olacakmış. Güzel bir haber mi bu? Değil! Üzülelim, kahrolalım! Çünkü böyle bir mirasa sahip çıkacak, değerine değer katacak (paradan bahsetmiyorum elbette) bir kurumumuz yok bu memlekette…”  
(Hangi büyük sanatçımıza  sahip çıkabilecek kurumlarımız oldu ki? Ara Güler’e olsun demek geldi içimden. Bu durum bir anlamda bir özeleştiri olarak da okunabilir. Ö.Y)
 “Sanat’ın hamisi burjuvazidir” sözü boşuna söylenmedi deyip, kapitalizm böyledir işte havayı, suyu, çevreyi metalaştırır da sanatı metalaştırmaz mı? Neyse konu kapandı derken medyada yeni bir bomba patladı. Köşe yazarları dahil herkes görüş beyan edip yazılıp çiziliyor. Mevzu bu sefer de CB. RTE’nin ve ailesinin Ara Güler tarafından fotoğraflarının çekilmesi oldu.
Geçen haftalarda yine Ara Güler’i konuşmuştuk. Hatırlayalım:
ARA GÜLER TÜM ARŞİVİNİ VE MİRASINI DOĞUŞ GRUBUNA BIRAKTI/BIRAKMADI TARTIŞMASI
“..3 milyon avro değer belirlenen ve kendisinin fotoğrafçılıkla ilgili malzemeleri ve arşivi ile 7 adet bağımsız bölüme sahip binadaki taşınmazının ayni sermaye olarak konulması karşılığında, Ara Güler’e aylık 50.000 TL huzur hakkı ödenecek. Kısaca Güler, kendisi ve mirasçıları açısından sonuçta aylık 50.000 TL huzur hakkı karşılığında tüm edinimini şirkete ve dolayısıyla Doğuş’a devretmiş oluyor…”  


SONRASINDA BİR AÇIKLAMA GELDİ:
“…fotoğraf arşivini, geçtiğimiz 18 Kasım’da Doğuş grubuna satmıştı. Doğuş Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk’in bizzat uğraştığı anlaşma konusunda Güler’i asıl olarak Doğuş Grubu’nun Avukatı Fikret İlkiz’in ikna ettiği öğrenilmişti. Ortaya çıkan yeni bilgiye göre ise, gelen tepkiler üzerine bizzat Ara Güler sözleşmeyi bozdu… ”
(http://www.demokrathaber.net/kultur-sanat/ara-guler-gelen-tepkiler-uzerine-dogus-grubuyla-yaptigi-sozlesmeyi-bozdu-h58072.html)
HOPPALA… SONRADAN BÖYLE BİR AÇIKLAMA DAHA GELDİ)
“… Ara Güler’e yakın zaman önce Doğuş Grubu ile anlaşmayı iptal ettiğine yönelik haberleri sorma fırsatı bulduk. Güler’in arşivinin Doğuş Grubu tarafından kurulacak bir müzeye aktarılacağı basına yansımış, ancak Ara Güler’in bu anlaşmayı bozduğu yazılmıştı. Ara Güler sorumuz üzerine “Anlaşmam filan bozulmadı, devam ediyor. ..Bir gazetecinin haberi, böyle şeylere inanmayın” yanıtını verdi…
(http://kulturservisi.com/p/ara-guler-dogus-grubuyla-anlasmam-filan-bozulmadi)
ARA GÜLER ve CB. RTE MESELESİ 
Önce bazı saptamalar:
CB. RTE  bir vaka olarak 14 yıldır başımızda. Yani toplumun en az yüzde 50’sinin sevmediği ve çeşitli nedenlerle yüzde 50’nin sevdiği ya da sevmek zorunda olduğu bir kişidir. Bu durum nesnel bir gerçektir. En azından seçim sonuçlarına bakarak bunu söyleyebiliriz. 
Ara Güler Kendisine göre ‘foto muhabir’, bir çok insana göre sanatçı bizzat CB. RTE’nin elinden 2011 yılında Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü almıştır. Toplumun çok büyük kısmı saygı duyar, sever. Ya da severdi diyelim. Dünyanın olduğu kadar Türkiye’nin bir çok büyük aydın ve sanatçılarıyla Cumhuriyet dönemi sanat ve toplum hayatına yaptığı katkılar ciltler dolusu kitap, şeritler dolusu film yapar. Ve hâlâ döneminin tanıklığını fotoğrafla belgeleyen bir büyük adamdır Ara Güler… 
Şimdi bu durum insan odaklı, halkın dertlerini bırakın dünyayı ülke insanının çalışma hayatını işçi, köylü, siyasi ve sanat dünyasının insanlarının portrelerini başarıyla kalıcılaştırmış örnek olmuş bir Ara Güler‘den, hayatının en kötü fotoğraflarını çeken Ara Güler’in bir olması mümkün mü? Değil elbet . 
SANATÇI FARKI
Fikret Otyam’ın duruşuna bakın, bir de Ara Güler’e
12 Eylül diktatörü Kenan Evren resme merak sarar. Resim yapar ve AkSanat Galerisi büyük bir sergi açar. Sergilenen resimlerin hepsi satılır. Fakat resimlerden biri Fikret Otyam’ın fotoğrafına aittir. Dönemin sanat dünyası Kenan Paşayı pohpohlar ve burjuvazimiz ucuza mal bulmuş gibi kapışır resimleri. Fikret Otyam mahkemeye verir ve tazminat olarak 1 TL kazanır. Manevi olarak muktedire karşı, sanatçının duruşunu bize gösterir. Düşünsenize herkesin titrediği bir dönemde mübaşir “Sanık Kenan Evren” diye bağırır… Mesele bu işte.  Resimleri kimler aldı merak ediyorsanız buyurun. (http://onedio.com/haber/evren-in-tablolarini-kimler-aldi—506370))
SIRADAN BİR FOTOĞRAFÇI DAHA İYİ ÇEKERDİ
Bu alanda çalışan, fotoğraf okumaları yapan, görsel iletişim konusunda birikime sahip bilirkişi olarak baştan söyleyeyim, Ara Güler tarafından çekilen CB. RTE fotoğrafları sıradan, her fotoğraf çeken kişinin çekebileceği, özelliği olmayan, fotoğrafçının yaratıcılığından eser taşımayan fotoğraflar. Zannediyorum Ara Güler bu sahnede Dali’ye özendi. Yani Ara Güler olunca kimse çektiği fotoğrafa laf edemeyecek. Gerçekten bu fotoğrafları sıradan bir fotoğrafçı daha iyi çekerdi. Çok yazık Ara Güler. Eğer bu kareleri çekeceksen bu halinle niye zahmet ettin. CB. RTE’nin kadrolu fotoğrafçısı bu işi sizden daha iyi yapmış. Tek tek bütün fotoğrafları okumaya kalksam sayfalar yetmeyecek. Kimse kalkıp CB. RTE’nin kütüphanede çekilen fotoğrafı  için ‘kültürlü büyük devlet adamı’ gibi  görünüyor diyemez. Üstelik alay eder gibi torunların da eklenmesi tam bir komedi. Neyse fırsat olursa bir gün fotoğraf okumaları seansında devamını getiririz… Bence CB. RTE Ara Güler’e kendisini alaya aldığı için dava da açabilir…
Bu yazıyı yazarken okudum, Ahmet Hakan köşesinde Ara Güleri şöyle müdafaa ediyor…
“…Cumhurbaşkanı, “Gel benim fotoğraflarımı çek” dediğinde...
Hiçbir foto muhabiri “Yok abi, kalsın, ben sana karşıyım” demez, diyemez.
Bu kadar basit bir gerçeği idrakten yoksun muyuz?
Ara Güler portre fotoğrafı çekmeyi sever.
Siyasetçi fotoğrafı çekme fırsatı doğduğunda...
Asla hayır demez…”  FOTOĞRAFLARI ÇEKMEYİ ARA GÜLER İSTEMİŞ
Bir kere, Cumhurbaşkanı arayıp  “Gel benim fotoğraflarımı çek” dememiş. Ara Güler bizzat arayıp fotoğraf çekmek için randevu talep etmiş.
Tersi de olabilirdi. Bence çağından sorumlu olduğunu unutmayan bir sanatçı (kabul etmiyorsa) aydın olmanın erdemi budur. Adaletsizliğe, hukuksuzluğa ve sansüre karşı olmak sanatçının, aydının sorumluluğudur. Bu sorumluluk HAYIR çekmeyeceğim demeyi gerektirirdi. Bu noktada Ara Güler seçme hakkına sahipse biz de eleştirme hakkına sahibiz. 
BİR FOTOĞRAFÇI CB. RTE'NİN FOTOĞRAFLARINI ÇEKEMEZ Mİ?
 Çeker tabii. Ama fotoğrafçının kimliği kalitesi ve duruşu çektiği fotoğrafta bir imza olur. Yalnızca isminin büyük olması o fotoğrafların iyi olması anlamına gelmez. Unutulmasın ki Ara Güler’i Ara Güler yapan çektiği fotoğraflardır. Fotoğrafın içerik ve biçimsel yetkinlikleridir. Kendisinin de söylediği gibi “Fotoğrafı çeken makine değil, beyindir.” Yani ürettikleri Ara Güler’i var etmiştir. Yoksa adı Ara Güler diye çektiği fotoğraflar değerli olmamış, tam tersine fotoğrafları değerli olduğu için Ara Güler değerli olmuştu.
Ama günümüzün popüler kültürü içinde marka ve imza olmanın bir avantaj gibi ‘yaptığı her şey değerli ve kalıcı hatta sanat eseri muamelesi’ görüyor. Bu durum yalnızca Ara Güler için değil,  genel bir kural olarak da okunabilir. Zannediyorum bir röportajda kendisi anlatmıştı. Salvador Dali şöyle demiş; “Siz ağzınızla kuş tutsanız bir b*k olamazsınız. Ben elimdeki bastonu b*ka sokup çıkarıp şuraya sürsem sanat eseri olur, çünkü ben Salvador Dali’yim…” Kıssadan hisse ister sanatçı ister foto muhabiri olsun Ara Güler ne üretti? Kaliteli mi? Değil mi? Ona bakmak lazım. Yani Ara Güler’den fotoğrafına değil, fotoğrafından Ara Güler’e gitmek gerekir. 
ARA GÜLER’İ,  ARA GÜLER YAPAN FOTOĞRAFLARDAN BAZILARI
                                                                                                                                                                                                                                                    (Kaynak:Evrensel...Yazı Özcan Yaman)








Tunceli’de dağcılar Şamuaları fotoğrafladı


Tunceli’de profesyonel dağcılık yapan ekipler, 3 bin rakımın üzerinde nesli tükenmekte olan çengel boynuzlu dağ keçilerini (Şamua) fotoğrafladı.

 Tunceli’de profesyonel dağcılık yapan İsmail Ateş adlı vatandaş, Munzur Dağlarının zirvesine yaptığı tırmanışta çengel boynuzlu dağ keçilerini fotoğraflamayı başardı. Şamuaları fotoğraflamış olmanın kendisini mutlu ettiğini belirten İsmail Ateş, “Bizler kentte profesyonel dağcılık yapan ekipler olarak yaz kış demeden kentin doğasını tanımak amacıyla tırmanışlar gerçekleştiriyoruz. Bu tırmanışlar esnasında Kentin yaban hayatının ne kadar zengin olduğuna da şahitlik ediyoruz. En son tırmanışımızda 3 bin rakımın üzerinde çengel boynuzlu dağ keçilerini fotoğrafladık ve bu bizleri son derece mutlu etti” dedi.
Dağ keçilerinin Aleviler tarafından kutsal kabul edildiğine vurgu yapan Ateş, “Ancak maalesef civar illerden gelen Kaçak avcılar, kutsal kabul edilen bu hayvanları katletmekten geri durmuyorlar. Yine bu hayvanlar av turizmi ihalelerinin metası haline getiriliyor. Bizler doğaseverler olarak nesli tükenme tehlikesi altında olan ve kutsal kabul edilen dağ keçilerinin avlanmasının tümden yasaklanmasını bekliyoruz” diye konuştu.(İHA)


23 Aralık 2015 Çarşamba

‘Yitik Kuşlar’ Oscar’a adayı


1915 yılında yaşanan Ermeni tehcirini, bir asır sonra iki küçük çocuğun gözünden anlatan Türkiye’de çekilmiş ilk uzun metrajlı film ‘Yitik Kuşlar’, 11 dalda Oscar aday adayı oldu.


 Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nün katkılarıyla, yapımcılığını Kara Kedi Film’in yaptığı,  yönetmenliğini Aren Perdeci ve Ela Alyamaç’ın üstlendiği ‘Yitik Kuşlar’ın 88. Akademi Ödülleri aday adaylığı için yaptığı başvuru kabul edildi. Film, ‘En iyi Film’, ‘En İyi Senaryo’, ‘En İyi Yönetmen’,  ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ve ‘En İyi Erkek Oyuncu’ da dahil olmak  üzere toplam 11 dalda aday adayı oldu. 28 Şubat 2016’da Hollywood’da bulunan Dolby Theatre’da düzenlenecek ödül töreni için adaylar 14 Ocak’ta açıklanacak. 

 Kaynak : Star Magazin...



Roma'da 1800 yıllık sütuna adını yazan Türk gözaltına alındı


İtalya'nın başkenti Roma'da, 1800 yıllık sütuna adını yazan bir Türk öğrencinin gözaltına alındığı, para cezası ödedikten sonra serbest bırakıldığı belirtildi. 

 Corriere della Sera gazetesinde yer alan habere göre, Aziz Multu adlı bir Erasmus öğrencisi, İmparatorluk Forumları'ndaki (Fori Imperiali) sütunlardan birine bozuk parayla adını yazdı. 
Pazar günü gerçekleştiği belirtilen olay sonrası söz konusu öğrencinin gözaltına alındığı ve bir gece polis merkezinde bekletildikten sonra adliyeye götürüldüğü kaydedildi.
Tarihi kalıntılar açısından Roma'nın en zengin bölgesi olan Palatino Tepesi'nde yer alan bu esere ağır hasar verdiği gerekçesiyle 200 Euro para cezası ödetildikten sonra serbest bırakılan Aziz Multu'nun, Roma Belediyesi'ne ise 2 bin Euro tazminat daha ödemek zorunda olduğu bildirildi.  

 “Yasak olduğunu bilmiyordum"
Çevredeki diğer turistler tarafından İtalyan güvenlik güçlerine ihbar edilen Aziz Multu'nun adliyedeki ifadesinde, “Orada başka isimler de yazılı olduğunu gördüm, ben de kendi adımı yazmak istedim. Bunun yasak olmadığını sanıyordum" dediği aktarıldı.  
“Vandal, adını ölümsüzleştirdi"
Corriere della Sera gazetesi buna ilişkin haberinde, “İki gün önce tutuklanan vandal, böylece sütunlara kazıyarak adını ebedileştirdi. Acımasızca tarihin bir parçasına böyle iz bıraktı" gibi ifadeler kullandı. 
Gazete bu izin, ancak çok hassas ve pahalı bir restorasyondan sonra yok edilebileceğini de ekledi. Geçen yıl da Kazbek Akaev adlı bir Rus turist, yine aynı bölgede yer alan Kolezyum'un (Flavianus Amfitiyatrosu) duvarına adının baş harfini kazımış, 4 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Aziz Multu'nun adını kazıdığı Palatino Tepesi'ndeki sütunun tarihinin M.S. 2'nci yüzyıla dayandığı belirtiliyor.
Venedik Meydanı (Piazza Venezia) ile Kolezyum arasında kalan ve bir açık hava müzesine ev sahipliği yapan Palatino Tepesi'nde Roma'nın köklerinin bulunduğuna inanılıyor. 
Roma Mitolojisi'ne göre Palatino Tepesi, Roma'nın kurucuları Romulus ve Romus'un dişi bir kurt tarafından bulunarak hayatlarının kurtarıldığı yer.
Kaynak : CNN türk.






21 Aralık 2015 Pazartesi

İran: Evsizler için 'şefkat duvarları'


 Bastıran kış ve ekonomik güçlüklerle artan evsizlik karşısında İranlılar sokaklarda yardım girişimleri örgütlemeye başladı.
Fakat İran'ın büyük şehirlerinde evsizler için oluşturulan "şefkat duvarları" aynı zamanda internette yardımlarla ilgili hararetli bir tartışma başlattı.
Fikir ilk olarak kuzey doğudaki Meşhed'de ortaya çıktı.
Bir Meşhedli sokaktaki duvarlara tutturduğu kancalara askılarla elbiseler asmış, yanına da "İhtiyacın yoksa bırak, ihtiyacın varsa al" diye bir not iliştirmişti.
Duvara paltolar, pantolonlar ve diğer kışlık giysiler bırakılmaya başladı.

Kimin sorumluluğu?

Şefkat duvarı diye anılan bu girişimi başlatan kişi yerel bir gazeteye göre isminin gizli tutulmasını istiyor.Fakat sosyal medyadaki binlerce paylaşımla birlikte fikir hızla diğer şehirlere yayıldı.
Farklı şehirlerdeki şefkat duvarlarının resimlerini paylaşan sosyal medya kullanıcıları, "Evsizler ve yoksulları soğukta korumasız bırakmayalım" çağrıları yapıyor.
Bir Facebook kullanıcısı "Bu müthiş bir girişim. İnşallah bütün İran'a yayılır" derken bir diğeri "Duvarlar insanları birbirinden ayırır aslında ama Şiraz sokaklarındakiler insanları birbirine yaklaştırdı" diyor.
Ne var ki, bazıları da bu hayırseverlik dalgasının ardında hükümetin sorumluluklarını yerine getirmemesi gerçeğinin bulunduğunu düşünüyor.
Bir Facebook kullanıcısı, "Bu kadar ulusal varlığı olan bir ülkede insanlar birbirine yardım ediyor. İktidarda olanlar ise, halkın gösterdiği sorumluluğu paylaşmıyor gibi" derken, bir başkası "devlet adamlarımız bilge ve sorumlu olsalar, bu kadar zenginlikle bu ülkede bir tek muhtaç insan kalmazdı" diyor.


Ekonomi düzelemedi

İran'da Devlet Başkanı Hasan Ruhani'nin daha parlak bir gelecek vaadleri ve hükümetin ülkeyi Temmuz ayında varılan nükleer anlaşma ardından uluslararası tecritten çıkarma çabalarına rağmen, İran hâlâ yaptırımların etkisini atlatabilmiş, ekonomik durgunluktan çıkabilmiş ve işsizliği azaltabilmiş değil.

Ekonomik durumun etkisiyle büyük şehirlerde evsizliğin de yükseldiğine ilişkin haberler yayınlanıyor.
Resmi rakamlara göre İran'ın tamamında 15 bin evsiz var ama medyada yer verilen bazı haberlerde, sırf Tahran sokaklarında bu kadar işsiz olduğu gerçek sayının çok daha yüksek olabileceği kaydediliyor.
İran'da "Karton üstünde uyuyanlar" adıyla anılan evsizlere yardım faaliyeti yürüten çeşitli resmi kuruluşlar var.

Başka yurttaş girişimleri

Fakat bu girişimlerin şeffaflığı ve etkinliği sorgulanıyor ve İranlıların "şefkat duvarı" girişimleriyle soruna bizzat müdahale ihtiyacı duymalarını da bununla açıklamak mümkün.
Bir Instagram kullanıcısı "Kendimiz bir şeyler yapmak zorundayız. Hayat çok kısa. Mümkün olduğunca iyilik yapmak lazım" diyor.Facebook'taki bir yorumda ise "Biz, yani halk aynı zamanda medyayız. Bu şefkat duvarlarının fotoğraflarını paylaşarak direnirsek gündemi belirleyebileceğimizi gösterdik" deniyor.
"Şefkat duvarı" fikri evsizlikle mücadele eden diğer bir yurttaş inisiyatifi "Payan e Kartonkhabi" ye benziyor.
Bu girişim ile sokaklarda beliriveren buzdolaplarına evsizler için yiyecek bırakılıyor.
kaynak:BBC Türkiye.

14 Aralık 2015 Pazartesi

BÜYÜK USTANIN EN AZ 1000 FOTOĞRAFINA DEĞER DOKUNAKLI HİKÂYESİ !

“Bir gün babam, ‘Dünyanın her yerine gidiyorsun, babanın köyünü merak etmiyor musun ?’ dedi. ‘Hadi gidelim’ dedim. Vapura binip Giresun’a gittik. Giresun’dan Şebinkarahisar’a taksi tuttuk. Oradan Yaycı köyüne gittik. Babam doğduğu evi aradı, bulamadı. Kiliseyi aradı, bulamadı. Mezarlığı tarla yapmışlar. Çocukken yüzünü yıkadığı üç gözlü bir çeşme vardı, o kalmış. Oraya götürdüler, yüzünü yıkadı. ‘Çocukken anam beni dövenin üzerine koyar, dolaştırırdı’ dedi. Hemen köylüler döven kurdu, babamı da içine koydular, döndü. Ben de fotoğraf çektim. Baktım, babam ağlıyor. Altı yaşında bıraktığı köyüne benimle beraber dönünce çocukluğu aklına gelmiş. Sonra Sivas’a dönmek için araba tuttuk. Yolda giderken ‘Ah, unuttum’ dedi. ‘Buranın karayemişleri meşhurdur. Anam beni İstanbul’a mektebe gönderirken yanıma torba içinde yemişler vermişti, onları yiyerek gelmiştim. Benim memleket sevgim, yemişle başlar. Geri dönüp alalım’. ‘Baba, gözünü seveyim 100 kilometre yol geldik. Şimdi yemiş için 100 kilometre geri gideceğiz, 100 kilometre tekrar bu tarafa geleceğiz, sabah olacak. Başka sefer alırsın’ dedim. İstanbul’a döndük. Babam dört ay sonra öldü. Meğer derdi, oğlunun onu köyüne götürmesiymiş.

 Cenazeye gideceğimiz gün evin kapısı çaldı. ‘Kimsiniz’ dedim. ‘Dacat Güler’i arıyoruz’ dediler. ‘Dacat Güler’i kaybettik, şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin’ dedim. Meğer gelenler, köyde bizi gezdiren köylülermiş. ‘Siz de gelin cenazeye’ dedim. Yanlarında da bir sandık vardı. Baktım, karayemiş getirmişler. Babamın almak istediği, hasretini çektiği karayemişler... Çocukluğunda yediği, kokusunu aldığı, kendi memleketinin yemişleri... Hepsini ceplerime doldurdum, ceplerim şişti. Öyle gittim cenazeye… Tam babamı toprağa koyacaklar, ‘Açsanıza tabutu’ dedim, ‘Olmaz, dine aykırıdır’ dediler. ‘Siz açın, bir şey koyacağım’ dedim. Açtılar. Döktüm yemişleri... Babamı çocukluğunun yemişleriyle birlikte gönderdim öteki dünyaya... Şişli mezarlığında yatıyor şimdi...” ARA GÜLER





12 Aralık 2015 Cumartesi

Sonsuzluğa giden bir trende asılı kalmış çocukluk

Özcan Alper’le, bugün vizyona giren ‘Rüzgârın Hatıraları’nın oluşum sürecini ve felaketin temsil edilmesi meselesini konuştuk.

 Kimsin sen? Hiçbir yere ait değilsin. 
Yersiz yurtsuz… Varlığın bir misafir gibi yaşamaya 
daha ne kadar devam edecek?
Her şey fazla sessiz. İçi taşla doldurulmuş bir kuyu gibi...
Bildiğimden fazlasını hatırlıyorum… Hayal gücüm hafızamdan daha geniş. Dağılıp gitmiş ailemin kırık kalıntılarından daha fazlasını gördüm.’
Özcan Alper’in son filmi ‘Rüzgârın Hatıraları’nın başkarakteri Aram’ın iç sesi olan bu dizeler, büyük felaketlere ve acılara tanık olmuş, baskı ve şiddet görmüş, sürgün edilmiş, yersiz yurtsuz kalmış Ermenilerin ve hatta belki tüm halkların ortak çığlığı. İkinci Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinde, yazar ve ressam Aram, Varlık Vergisi Kanunu’nun ardından, siyasal baskıların da etkisiyle, Türkiye’den kaçmak zorunda kalır. Sovyet Gürcistanı sınırında bir köyde, ormandaki bir kulübede, 1915’e, çocukluğuna ve yaşadığı travmaya döner. Hafızasının derininde sakladığı yüzleri anımsamaya ve çizmeye başlarken, seyirciye de iç sesiyle duyurur çığlığını.
Onur Saylak, Mustafa Uğurlu ve Sofia Khandemirova’nın başrolleri paylaştığı film Antalya Film Festivali’nde, ‘Uluslar Arası En İyi Film İzleyici Ödülü’ne ve
‘En İyi Müzik Ödülü’ne layık görüldü; Andreas Sinanos da bu filmdeki çalışmasıyla ‘En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü’nü aldı. Özcan Alper’le,
11 Aralık’ta vizyona girecek olan ‘Rüzgârın Hatıraları’nın oluşum sürecini ve felaketin temsil edilmesi meselesini konuştuk. 
 Filmin hikâyesiyle başlayalım. Aram Pehlivanyan’ın hayatından esinlenerek yazdığınız senaryonun oluşum sürecini anlatır mısınız?
‘Gelecek Uzun Sürer’ filmini yeni bitirdiğimiz bir dönemdi. Bazen bir şiir, bir kitap, bir durum sizi tetikleyebiliyor. Benim için edebiyat ihtiyaç değil, hayatımın bir parçası oldu hep. Kitapları karıştırırken, Aram Pehlivanyan’ın ‘Özgürlük İki Adım Ötede Değil’ kitabına denk geldim. 1940’ların entelektüel kuşağına, Abidin Dino, Yaşar Kemal, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz gibi isimlerin eserlerine ve hayatlarına özel bir ilgim vardı. O dönemin sosyalist hareketi ve edebiyatçıları içerisinde, azınlıklarla ilgili çok az şey yazıldığını, konuşulduğunu biliyoruz. Aram Pehlivanyan’ın hayatında, sürgün olduktan sonra şiir yazamama hali beni çok sarstı. Sosyalist mücadele içerisinde daha aktif hale geldikten sonra iyi bir şairin şiir yazamama hali üzerine düşündüm. Vartan ve Jak İhmalyan’ın hayatına, Nazım Hikmet’in o dönemki şiirlerine, Sabahattin Ali’nin romanlarına baktım. O dönemin totaliter ve otoriter sistemi içerisinde, özellikle savaş koşullarında, entelektüellerin hayatında başka türlü bir içsel sürgünlük olduğunu farkettim. Edebiyatta, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nı görmüş bir kuşak vardır, ‘Kara Kuşak’ deriz. Pehlivanyan’ın yanı sıra, o dönemin birçok entelektüelinden etkilenerek yarattığım karakter yazar ve ressam Aram, 1943’te Ermenice-Türkçe bir dergi çıkarıyor. Dolayısıyla, Aram’ın, o yıllarda 35-40 yaş arasında olduğuna karar verdim. Geriye doğru gidince, 1915’te 10 yaşlarında olan bir çocuğun 1915’e dair travması, geçmişi ortaya çıkmaya başladı. O dönemin Ermeni yazarları, çizerleri, Ermeni komünistleri ve sosyalistleri üzerine eğilmeye başladım. Sürgünlük, evsizlik, yersizlik yurtsuzluk, sınırda kalma, bugün mültecilerin yaşadığı durum gibi hayat boyu insanın ev arayışı, ölümle karşı karşıya kalma, tehcirler, soykırımlar, ölümle yüzleşme çabası, bu filmin sacayaklarını oluşturdu.
Filmde, Aram’ın 1915’te yaşadıklarını hafızasının gerisine itmesi, köyde yanına sığındığı Mikail’e kendini ‘Ahmet’ olarak tanıtması, içinde bulunduğu sosyalist ortamın bir dayatması olabilir mi?
Aram Pehlivanyan 1979’da öldüğünde komünist arkadaşlarının onu Ahmet Saydam olarak anması, bu coğrafyadaki eksikliğe parmak basıyor. Ermeni Soykırımı’na ilişkin, Türkiye sosyalist hareketinin, Sovyetler Birliği’nin, tüm dünya ülkelerinin de tutumunu biliyoruz. Herkes kendi politik çıkarını düşünüyor. Çünkü Soykırım’ın büyük bir iktisadi tarafı var. Soykırım’dan elde edilen paralar, Tehcir’i planlayanlardan Osmanlı’nın müttefiki Almanya’ya aktarılıyor, sonra o paraya İngiltere el koyuyor. Batı tıpkı bugünkü Suriyeli mülteci krizinde olduğu gibi önce kendi ekonomik çıkarını düşünüp felaketin üstünü kapatmaya çalışıyor. Sovyetler Birliği de Türkiye’yle sorunsuz bir komşuluk ilişkisi kurmak için genç Sovyet Ermenistanı’nın kafasına vurup, konuyu orada bile konuşturmuyor. Türkiye sosyalist hareketi, Sovyetler üzerinden oluştuğu ve kendi öz bilincini yaratamadığı için, 1915’in felaketine ilişkin sessiz kalıyor. Vedat Türkali, ‘Güven’ romanında bu konuda bir nevi özeleştiri vermiştir. Hrant Dink’e verdiği bir röportajda da, Türkali, Türkiye sosyalist hareketinin Soykırım’la yüzleşmediğini belirtir.
Aram’ın sessizliği, Soykırım’a tanık olup suskunluğa gömülmüş Ermeniler açısından ne söylüyor?
Ermeniler açısından iki nedeni olabilir. Büyük bir felaketin ardından, kurtulanlar, darmadağın olmuş hayatlarını kurma çabasında oldukları ve zorluklarla boğuştukları için dönüp geçmişe bakamıyorlar. Bu noktada, Marc Nichanian’ın, Ermeni Soykırımı üzerinden, felaketin edebiyatta ve sanatta dile getirilebilmesi, tanıklık etme, tanıklığın biçimi üzerine kaleme aldığı ‘Edebiyat ve Felaket’ adlı kitabı benim başucu kaynağım oldu. Bir de Primo Levi’nin ‘Boğulanlar Kurtulanlar’ kitabı... Levi, Holokost’tan kurtulan, ömrü boyunca tanıklık etmek için yazıp, 67 yaşında tanıklığı ve geçmişte yaşadıklarını taşıyamayıp intihar eden biri... Levi, oradan kurtulabilenlerin esas tanık olmadığını, tanıkların orada ölmüş olduğunu söylüyor. Walter Benjamin’in intiharını, Avrupa’dan kaçıp süregiden Nazi vahşetine artık tanık olmak istemeyen, Latin Amerika’nın vahşi ormanlarında karısıyla ölüme giden Stefan Zweig’ın hayatını biliyoruz.
Ermeniler konuşmuyor, çünkü yeni kuşağa zarar gelmesinden korkuyorlar. Bir de, bu kadar ağır bir şeyi anlatmak nasıl mümkün olabilir? Hrant Dink Vakfı Yayınları’nın sözlü tarih kitaplarından birinde bir hikâye var. 1960’ların sonunda kadın, babasının hikâyesini ses kaydına anlatmasını istediğinde, baba uzun süre konuşamıyor. Sessizlik çığlığın kendisi aslında. Aram karakteri, bir noktaya kadar geçmişini bastırıyor. Aynı şiddet ve sürgün olma haliyle karşı karşıya kaldığında, yavaş yavaş geçmişin tekrar bilincine çıktığını görüyoruz. Geçmiş asla geçmiş değildir, kapıdan kovsan bacadan gelir. Türkiye toplumu 1915’i konuşamadığı için bugün Kürt meselesi var.

“Felaketin kendisini anlatmak imkânsızsa, farklı bir gerçeklik yaratmak gerekir. Ressam olan Aram’ın hafızasında yüzler kaldığını düşündüm. Kişisel hafıza ile toplumsal hafıza arasında bağ kurmaya çalıştım.”

 Aram, ormanda yalnız kaldığında, Der Zor çöllerinde gördüğü yüzleri yavaş yavaş anımsamaya başlıyor. Hafıza ve hatırlama üzerine nasıl bir çalışma yaptınız?
Sadece Ermeni Soykırımı’yla ilgili değil, Saraybosna, Endonezya, Latin Amerika’daki darbe dönemi, pek çok toplumsal travmalar, felaketler, soykırımlar üzerine, bu durumlarda toplumsal bellek ve hafızanın oluşumuna dair okumalar yaptım. Aram’ın psikolojisine yoğunlaştım. Aynı zamanda, bir nevi antropolojik kazı yaptım diyebilirim. İşin estetik tarafıyla birlikte hatırlama biçimleri üzerine düşündükçe, böyle bir karakterin, edebiyatta sıkça kullanılan bilinç akışı yöntemiyle geçmişe dönebileceğine karar verdim. Virginia Woolf, Adalet Ağaoğlu gibi yazarların edebiyatta kullandığı bu yöntem sinemada nasıl mümkün olabilirdi peki? Burada rehberim yine Nichanian’ın kitabı oldu. Felaketin kendisini anlatmak imkânsızsa, farklı bir gerçeklik yaratmak gerekir. Ressam olan Aram’ın hafızasında yüzler kaldığını düşündüm. Aram, travmanın kendisiyle yüzleşmeye başladıkça, çocuklar ve yaşlı kadınların yüzlerini hatırlamaya başlıyor. Soykırım’da kaybettiği babasını, kız kardeşinin yüzünü hatırlıyor. Kritik nokta şu: Herkesin yüzünü hatırladığı halde, annesinin yüzünü hatırlayamıyor. Aram için oradan kurtulmuş olmak, büyük bir sevinç ya da yaşama arzusu ifade etmiyor, zoraki bir hayata tutunmaya tekabül ediyor. Hayatta kalmanın getirdiği büyük bir suçluluk var. Toplumsal travmanın içinde Aram’ın da kendi içsel travması var. Filmde kişisel hafıza ile toplumsal hafıza arasında bir bağ kurmaya çalıştım.
Aram’ın annesine ilişkin hatıraları, kadınlarla ilişkisini nasıl etkiliyor?
Büyük bir felaketten kurtulan bir çocuk olarak, anne imgesi hayatı boyunca onu terk etmiyor. Aram’ın geçmişini yazarken, annesiyle ilk yüzleşmesini sağlayana kadar kadınlarla bir problemi olduğunu düşündüm.
Aram’ın babasını Konya’dan yola çıkan trende görüyoruz. Babasının Aram’ın hayatında nasıl bir etkisi var?
Babayı sadece trende ve sislerin arasında ona ateş edilirken görüyoruz. Sonradan çıkardığım bir sahne var. Baba tek bir şey söylüyordu ve o söz, Aram’ın hayatında belirleyici oluyordu. Bir nevi, vasiyet cümlesi gibiydi. “Kin tutma ama unutma, çiz” diyordu. Didaktik olabileceği düşüncesiyle çıkardım. Baba filmde söz söylemese de, Aram’ın herşeye rağmen hayatta kalma ve devam etme mücadelesinde etkili oluyor. “Babam kırık bir sesti” diyor bir yerde...Aram’ın babasını Konya’dan yola çıkan trende görüyoruz. Babasının Aram’ın hayatında nasıl bir etkisi var?
Babayı sadece trende ve sislerin arasında ona ateş edilirken görüyoruz. Sonradan çıkardığım bir sahne var. Baba tek bir şey söylüyordu ve o söz, Aram’ın hayatında belirleyici oluyordu. Bir nevi, vasiyet cümlesi gibiydi. “Kin tutma ama unutma, çiz” diyordu. Didaktik olabileceği düşüncesiyle çıkardım. Baba filmde söz söylemese de, Aram’ın herşeye rağmen hayatta kalma ve devam etme mücadelesinde etkili oluyor. “Babam kırık bir sesti” diyor bir yerde...
Filmde özgürlüğün simgelerinden olan doğanın da Aram için bir hapishaneye dönüştüğünü görüyoruz.
Dönemin Alman romantiklerinin başında gelen ve filmde de kitabını gördüğümüz Heinrich Heine ve o dönemin politik sürgünleri eserlerinde doğayı romantize eder. ‘Sonbahar’ filminde içsel bir anlatıma destek veren doğanın, öyle özgür bir alan olmadığını, Aram için geçmişin hatıralarına hapsolduğu bir yere dönüştüğünü görüyoruz.
“Marc Nichanian’a göre, Soykırım’ı ispat etmeye çalışmak, inkâr edenlerle aynı düzleme düşmek anlamına geliyor. Soykırım’ın filmi veya romanından öte, kültür ve varlık olarak geçmişi bugüne taşıyan filmler yapmak gerekiyor.”
Soykırım’ın 100. yılında, felaketi anlatan filmlerin ve eserlerin sayısının azlığı tartışılıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Soykırımın filmi ve kitabı tartışmasının dışına çıkmak gerektiğine inanıyorum. Nihayetinde, fiziksel soykırım büyük bir kültürel soykırıma da neden oldu. ‘Sonbahar’ filminin İsrail’de birkaç gösterimi yapılacaktı. Önder Çakar’la birlikte gittik. Kudüs’te dünyanın en büyük Ermeni kütüphanelerinden biri var. Hemşin tarihi üzerine araştırmalar yapmak istediğim için kütüphaneyi ziyaret etmek istedim. Adını hatırlayamıyorum ancak soyadı Hintliyan olan biri bize kütüphaneyi gezdirdi. Ben Hemşin Ermenicesiyle konuşmaya başlayınca şaşırdı. Sonra kaç kişi öldürüldü meselesine gelindi. Hintliyan, bize kocaman bir salonun ortasından demir kapı açtı, sonra bir iç kapı daha... Önümüzde binlerce kitap vardı. Hintliyan, “Bunlar 1915’ten önce Anadolu’dan kurtarılan kitaplar... Şu an dünyanın her tarafına dağımış Ermeniler var. Ama 100 yıl sonra, şimdi toplasanız, şu kitapların onda biri edecek üretim yok. Benim için soykırım budur” dedi. Marc Nichanian’a göre, Soykırım’ı ispat etmeye çalışmak, inkâr edenlerle aynı düzleme düşmek anlamına geliyor. Soykırım’ın filmi veya romanından öte, kültür ve varlık olarak geçmişi bugüne taşıyan filmler yapmak gerekiyor. Benim filmim, 1940’lı yıllarda geçiyor, 1915’i hatırlamalarla görüyoruz. Geçmişten bize kalanın duygusuyla yaptığım bu film, bugünü de anlatıyor.


 Az diyaloğun olduğu filmde, Aram’ın iç sesleri ön plana çıkıyor. Bunu tercih etmenizin nedeni nedir?
Edebiyattan farklı olarak, sinemada mümkün olduğunca minimal konuşma ve diyaloğun daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Esas olan sinematografik ve görsel dil. Aram yaptığı işlerle kendini ifade eden biri. Sessizliğin kendisi onun dili. Travmadan dolayı geçmişi bilinçaltına itiyor. Bir yerden sonra bunları yazıya dökmek, kaydetmek ve günlük tutmak istiyor. Bu noktada iki metot denedik. Türkiye’nin en iyi genç öykücülerinden Ahmet Büke’yle çalıştım.  Ahmet’e, ‘Bir edebiyatçı olarak bugün sürgün olsaydın, kaçmak zorunda kalsaydın, dağ başında olsaydın, günlük tutsan ne yazardın?’ dedim. Ahmet böyle bir günlük tuttu. Sonra bu günlüklerden bazı kısımları senaryoya dahil ettim. Aram’ın iç dünyasını dışarıya çıkarma ve seyirciyle paylaşma noktasında iç sesleri kullanmaya karar verdik. Daha imgesel bir dil kullanan biriyle çalışmak istedik. Bülent Usta’nın Birgün’deki yazılarını çok şiirsel buluyordum. Bülent, konuyla ilgili 50’ye yakın kitap okudu. Hem süreci anlatıp, hem de çok az konuşmayla nasıl aktarabilirdik? Damıtarak yaratmamız gerekiyordu. Bülent çok büyük emek harcadı. Filmi her izlediğimde, Aram’ın iç seslerinde tüylerim diken diken oluyor.
Filmde, ‘Yok bir şey’ cümlesini her karakterin ağzından duyuyoruz. Bu cümle, toplumsal hayatımızda hangi suskunluklara tekabül ediyor?
Senaryo ilerledikçe, karakterleri konuşturdukça, tüm karakterlerin birbirlerine çok şey söylemek istediğini ancak farklı nedenlerle sustuklarını fark ettim. ‘Yok bir şey’, toplumsal travmaların, yüzleşme mevzularının cisimleşmiş hali gibi filmde. Kişisel hayatımızda, açıkça konuşup kolayca halledebileceğimiz şeyleri hasır altı ediyoruz. Bunu farkına varırsak, hem kişisel hem toplumsal olarak yeni bir sayfa da açabiliriz diye düşünüyorum. Antalya’da bir seyirci, filmden sonra kendi hayatını, çocukluğunu, anne ve babasıyla ilişkisini sorguladığını söyledi. Filmin politik ve tarihsel katmanının yanı sıra bugüne dair, kişisel durumla ilgili algılanması benim yapmak istediğim şeye denk geliyor.
Fatih Akın’ın ‘Kesik’ filmini Türkiye’de sadece 20 bin kişi izledi. Tarihsel bir trajediyi anlatan filme, hem Türklerin hem de Ermenilerin mesafeli yaklaşmasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Fatih Akın’ın bir izleyici kitlesi var. Ancak film çıkmadan burada bir linç kampanyası yapıldı, kısmen de başarılı oldu. Film dağıtımcılarının çoğunun korkup dağıtmak istemediklerini düşünüyorum. Bir Türk yönetmenin 1915’le ilgili film yapması çok önemliydi. Ermenilerin ilgisinin az olmasını geride kalanların ruh hali üzerinden konuşabiliriz. Öte yandan, Türkiye’de genel bir tin var. Bireysel olarak çıkışlar olsa da, Ermeni, Türk, Rum, solcu, sağcı fark etmez, herkes bu ortak tinden nasibini alır. Türkiye’deki Ermenilerin de farklı kültürel kodlarla büyüdüğünü düşünmüyorum. Kimliğini saklayıp politikadan uzak durmaya çalışan, ortalama bir gündelik hayatın derdine düşmüş bir çoğunluktan bahsedebiliriz. Ama şimdi yeni bir kuşak var ve bunu yıkmak istiyor.
Şiddettin temsil meselesi Fatih Akın’ın filminde de tartışılmıştı.
Fatih Akın’ın filmini çok önemsiyorum. Hiçbirşey okumamış dahi olsak Holokost’la ilgili çok imgeye sahibiz. Ermeni Soykırımı konuşulmamış ve görsel hafızası az olduğu için, ‘Kesik’ gibi bir film yapmak büyük cesaret ve zor. Türkiye’de Ermeni Soykırımı’nın ilk görsel hafızasını kaydeden film olarak da anılacak hep.
Nichanian’ın dediği gibi, felaketin doğrudan canlandırmaya çalışmak mümkün olmayacağı için, sanatsal soyutlama düzeyinde anlatmak gerekiyor. Ben de bir ressamın hatırladıkları üzerinden anlatmayı seçtim. Önceki iki filmim, ‘Sonbahar’ ve ‘Gelecek Uzur Sürer’ için de eleştiriler gelmişti. ‘Neden o ağır şiddeti ve politik atmosferi göstermiyorsun?’ diyenler oldu. O şiddeti her gün televizyonda görüyorsun. Şiddeti yeniden üretmeye çalışıp, şiddetin pornografisini yaratmaya gerek olmadığına inanıyorum. 

‘Bir aradalığı gelecekte mümkün kılmanın yolu yas tutmaya saygı’

Filmle ilgili yaptığınız araştırmaların sizin için de bir öğrenme süreci olduğunu dile getiriyorsunuz. Bu süreçte, sizi en çok şaşırtan ne oldu?
Nichanian, kitabında Homeros’un İlyada’sından bir örnek veriyor. Hektor ve Akhilleus arasında geçen bir konuşma var. Hektor, kim öldürülürüse öldürülsün, bedenine saygı gösterilmesini, köpeklerin insafına bırakılmamasını, cesedin yas töreni yapacak yakınlarına teslim edilmesini istiyor. Bir aradalığı gelecekte mümkün kılmanın tek yolunun yas tutmaya saygı olduğunu, barışmanın yas olgusuyla doğrudan bağlantılı olduğunu gösteriyor bu anlatı. Yıllarca okuduğum bütün kitaplardan öte, bu hikâye, Türkiye’deki soykırımın inkârı, devletin ve halkların tutumunu özetledi bana. Hakkâri’de bedeni yerde sürüklenen Hacı Lokman Birlik, Rojava’da savaşan Aziz Güler’in cenazesinin bekletilip ailesine verilmemesi, tam da bu sistemin ve devletin, kendilerince İslamcı Müslüman kimliklerine rağmen, 1915’ten bugüne kadar, çoğul olandan tekil olana kadar, en büyük şiddeti ve eziyetin nasıl sürdürdüğünün göstergesi. Bu anlatı, beni hem umutsuzluğa sürükledi, hem de rejimin karakterini anlamak için kilit hikâye oldu. Ermeni toplumunda böyle bir travma var. Senin yok edilmenden öte, seni yok edenin ölüne saygısı yok, üstelik yas tutmanı engellemeye çalışıyor. Homeros’un iki bin yıl önce ifade ettiği durum bugün de devam ediyor.
Film için, sinema salonu bulmakta zorlanıyor musunuz?
Sinemaların bir tekelleşme durumu var. On salonu olan sinemanın sekiz salonunu bir film kapatabiliyor. Avrupa’daki gibi bağımsız sinema salonlarının olması lazım. Bunu sosyal demokrat belediyeler bile yapmıyor. HDP belediyeleri belki yapabilirdi, ancak böyle bir ortamda siyasetten sanata nasıl vakit bulacaklar? Ben filmim için, Bakırköy gibi bir yerde sinema salonu bulamadım.
Politik filmler, önyargılar ve inkâr süreçlerinden bağımsız olarak izlenip algılanabiliyor mu sizce?
Yüz yıl geçmesine rağmen Soykırım’ı kabul etmek bir yana, hem devlet hem toplum olarak insanların yas tutmasını normal görmüyorsan büyük bir sorun var. Edebiyat ve sanat da bu genel tinin dışında değil. ‘Rüzgârın Hatıraları’nın yapım sürecinden, Türkiye’deki bazı festivallerin filme karşı tutumuna kadar, üstü kapalı da olsa, bir şekilde sansürün yaşandığını hissediyorum. Baskı ve önyargılardan ziyade bir sanatçı için en tehlikeli şey oto sansür uygulamak. Ben filmi kendime karşı sorumluluk hissettiğim için yaptım.

Özcan Alper, filmin baş karakterini Aram Pehlivanyan’ın hayatından esinlenerek yaratmış. Pehlivanyan, Üsküdar’da, 1917’de dünyaya geldi. Nersesyan-Yermonyan ve Getronagan’ın ardından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni tamamladı. Daha lisedeyken şiir yazmaya başladı. Üniversite yıllarında siyasi faaliyetlere katıldı, 1941’de tutuklandı ve 15 ay hapis yattı. 1945’te A. Aliksanyan ve Sarkis Keçyan ile birlikte çıkardıkları ‘Nor Or’ (Yeni Gün) gazetesi, 1946’da sıkıyönetim kararıyla kapatıldı ve Pehlivanyan üç yıl hapis yattı. 1950’de ‘Grung’ (Turna) edebiyat dergisini çıkardı, ancak derginin ikinci sayısını basamadan, askerliği Erzurum’a tertip edilince, İstanbul’u terk etti. ‘Bizim Radyo’da redaktörlük ve Türkiye Komünist Partisi’nde politbüro üyeliği yaptı. 1979’da Berlin’de yaşamını yitirdi.  Ermenice ve Türkçe şiirlerinden oluşan ‘Özgürlük İki Adım Ötede Değil’ adlı kitabı, 1999’da Aras Yayıncılık tarafından yayımlandı. 

Kaynak:Agos...Maral Dink