26 Kasım 2015 Perşembe

Anzer yaylasında maden çıkarma izni verildi.

Rize’nin Dünyaca Ünlü Balının Yetiştiği, Bakanlar Kurulu Kararıyla ‘Turizm Koruma Bölgesi’ İlan Edilen ve Aynı Zamanda 1.Derecede SİT Alanı Olan Dünyaca Ünlü Anzer Yaylasında Özel Şirketlere 3 Ayrı HES Projesinin Yanında Bir de Maden Arama-Çıkarma Ruhsatı Verildi…

 Bakanlığın Anzer’den, Müdürlüğün Ballıköy’den Haberi Yok!
DEKAP Sözcüsü Ömer Şan, Bakanlıkça Verilen Maden Arama İzninin Üstüne Bir de Rize Valiliği’nin Oluruyla ‘ÇED Gerekli Değildir’ Kararı Çıkarıldığına Dikkat Çekti!
 Ülkenin neredeyse bütün vadi ve doğal yaşam alanlarına binlerce HES ruhsatı veren Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile benzer tesislerin yapımına yol veren Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın, yargı kararları ile diğer bakanlıkların aldığı kararların yanında, Bakanlar Kurulu Kararlarını da dikkate almadığı ortaya çıktı.
            Özellikle HES ve Taşocağı, maden arama çalışmaları konusunda mahkemelerin verdiği yargı kararlarını uygulamayan, hukuk ve yasaları hiçe sayarak, yargının verdiği kararlara karşın proje ve çalışma alanlarında yeniden işlem tesis eden bakanlık yetkilileri, bu kez de ayrı isimle anılan aynı köyü bilmezden geldi.
            HES’lere karşı yerel mücadele sürdüren Derelerin Kardeşliği Platformu’nun (DEKAP) ortaya çıkardığı skandal gibi olayda,Rize’nin, balı ve doğal güzellikleriyle dünyaca ünlü olan Anzer Yaylası’nda 3 ayrı HES projesine onay veren Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yanında, 1990’lı yıllarda Bakanlar Kurulu Kararıyla ‘Turizm Bölgesi’ ilan edilen ve daha sonra statüsü değiştirilen yayla için bu kez de ‘maden arama izni’ verildiği kaydedildi.
            DEKAP Sözcüsü Ömer Şan’ın verdiği bilgilere göre, Zamanın Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Trabzon Bölge Kurulu’nun 2010 yılının Eki ayında aldığı ancak bu güne kadar çerçevesi açıklanmayan kararla da 1.Derecede Doğal SİT Alanı ilan edilen Anzer Yaylası’ndaki ‘yok saymalar’ bunlarla da bitmedi! HES projeleri ile maden arama çalışmalarının üzerine bir de maden arama çalışmaları için Rize Valiliği’nin oluruyla, ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararı çıkarıldı.
 Anzer Balına ÇED Gerekli Değil!
            DEKAP Sözcüsü Şan, bu gelişenin yanında, aynı zamanda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Rize İl Çevre ve Şehircilik Müdürlüğünün resmi internet sitesinde 29 Mayıs 2015’te yayımlanan duyuruyla, Rize Valiliğinin de oluruyla, Koç Grubunun madencilik faaliyetlerini yürüten Demir Export AŞ’ye, ‘maden arama’ çalışmaları için ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararı verdi.
            Müdürlüğün ilanında, “Rize İli İkizdere, ilçesi Ballıköy Köyü ile Çifteköprü Köyü mevkiindeki Demir ExportA.Ş. tarafından yapılması planlanan 201200620 ve 201200622 Ruhsat Numaralı IV. Grup Maden Sahalarına Ait Maden Arama Faaliyetleri projesi ile ilgili olarak Bakanlığımıza sunulan dosyayı PTD Dosyası incelenmiş ve değerlendirilmiştir. ÇED Yönetmeliği’nin 17. maddesi gereğince 201200620 ve 201200622 Ruhsat Numaralı IV. Grup Maden Sahalarına Ait Maden Arama Faaliyetleri Projesi'ne Valiliğimizce “Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir” kararı verilmiştir” ifadelerine yer verildi.
            Köylülerden Kaymakamlığa İtiraz
            Şan’ın verdiği bilgilere göre, Anzer Yaylasında yapılması planlanan maden arama çalışmaları için verilen ‘ÇED Gerekli Değildir’ kararını öğrenen köy sakinleri, muhtarlığın da girişimleriyle 3 Haziran 2015’te, bölgenin Bakanlar Kurulu Kararı ile ‘Turizm Bölgesi’ ilan edildiği ve koruma alanı olduğu ve bu nedenle bu kararın iptal edilmesi gerektiği yönünde İkizdere Kaymakamlığı’na başvuruda bulundu.
            İkizdere Kaymakamlığı ise köylülerin başvurusunu, 9 Haziran 2015 tarih ve 492-422 sayılı bir yazı ile Rize Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğüne bildirdi.
            SİT Alanında Maden Sondajı!
            DEKAP Sözcüsü Şan, İkizdere’nin birçok bölgesi için, 2 yıllık başvuru sonrasında zamanın Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca 2010 yılının Eki ayında SİT Alanı Kararı verildiğini ancak bu kararın siyasi baskılar nedeniyle bugüne kadar kamuoyun açıklanmadığına da dikkat çekti.
İkizdere Kaymakamlığının yazısına istinaden, Ballıköy (Anzer) Köyü Muhtarlığı ile İkizdere Kaymakamlığına gönderilen Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Hasan Bebek imzalı yazıda, adeta Bakanlar Kurulu Kararları yok sayılarak, ‘Ballıköy’ün turizm alanı veya koruma alanı kapsamında olmadığı ifade edildi.
            Maden şirketinin çalışmalarını nasıl ve ne şekilde yapacağına genişçe yer verilen Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü yazısında, ‘proje tanıtım dosyası’ incelemesi sonrasında, ‘201200622 Ruhsat Nolu Sahadaki 2 Nolu Sondaj Değişim Alanının 1.Derecede Doğal SİT Alanı’ içerisinde bulunduğunun tespit edildiği ve bu nedenle ‘iptal ettirildiği’ de kaydedildi.
            Yazıda, diğer sondaj alanlarının, ‘Kayalık Taşlık Alan’ olduğu, ‘Çevre Düzeni Planına’ göre ise sondaj alanlarının bir kısmının da ‘Çayır-Mera’ kapsamında kaldığı ifade edilirken; her 2 köy kapsamındaki sondaj alanları içerisinde ‘hassas yerleşimler’ ile nüfus yoğunluklu alan da bulunmadığı kaydediliyor.
            Yazının en önemli kısmı ise, “Arama yapılacak olan sondaj değişim alanları içinde; ‘Milli Parklar’, ‘Tabiat Parkları’, ‘Tabiat Anıtları’ ve ‘Tabiat Koruma Alanları’ ile Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunun 3.maddesi  1.fıkrasının ‘Tanımlar’ başlıklı (a) bendinin 1, 2, 3 ve 5.alt bentlerinde ‘Kültür Varlıkları’, ‘Tabiat Varlıkları’, ‘Sit’ ve ‘Koruma Alanı’ olarak tanımlanan ve aynı Kanun ile 17.6.1987 tarih ve 3386 sayılı Kanunun ilgili maddeleri uyarınca tespiti ve tescili yapılan alanlar bulunmamaktadır” bölümü olarak göze çarpıyor.
            Zira aynı zamanda eski adı Anzer olan ve kamuoyunda ve birçok resmi kurumda da Anzer olarak bilinen Ballıköy Köyü, anılan kanunla aynı tarihlerde ‘Turizm Bölgesi-Alanı’ olarak ilan edilmiş, daha sonraları değişik Bakanlar Kurulu Kararları ile statüsü değiştirilmişti.
            Rize İl Turizm Müdürlüğü kayıtlarına göre, “2200-2300 m yükseklikte yer alan ve tasarrufu devlete ait olan Anzer, 07.02.1991 tarih ve 91\1514 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Kültür ve Turizm Koruma Gelişim Bölgesi ilan edilmiştir” ifadeleriyle tanımlanırken; 8 Aralık 2006 tarih ve 26370 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan,2006/11264 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile de yeniden, ‘Kültür ve Turizm Koruma Gelişim Bölgesi’ kapsamına alındı.
            Bakanlar Kurulu Kararları, Resmi Gazete defalarca yayımlanan statü değişikliği kararları ve çeşitli bakanlıkların ilgili sayfalarında yer alan uyarılara karşın, bütün dünyanın bildiği ve gözü gibi korumaya çalıştığı Anzer Yaylası için, özellikle de bu alanları koruyup, kollamak ve geliştirmekle yükümlü bir bakanlığın, bütün bunları yok sayar gibi resmi yazı ile maden ve HES firmalarına zemin hazırlaması köylüler ve yaşam savunucularının da tepkisini çekti.
            Suç İşliyorlar!
            Anzer-Ballıköy Köylüleri, yüzyıllardır köylerinde ürettikleri bal ile bütün dünyaya isimlerini duyururken, Bakanlıklara köylerinin tanıtamamanın öfkesini yaşıyor. Köylüler, Bakanlar Kurulu Kararlarında ve Resmi Gazetede köyün isminin Anzer olarak anılmasına karşın, Anzer’in aynı zamanda Ballıköy olduğunu bilmeyen Bakanlık yetkililerinin kasti veya bilinçsizce davrandığından endişeli.
            Köylülerin endişelerini dile getiren Şan, yetkililerin kasti olarak bu şekilde davranmasının aynı zamanda suç unsuru olduğunu, ‘evrakta sahtecilik, görevi kötüye kullanma, görevi suiistimal’ gibi suçlamalarla karşı karşıya kalacaklarını ifade ederken; eğer bilinçsizce hareket edilmiş ise daha da vahim sonuçların doğabileceğine vurgu yaptı.
‘Çevreye Duyarsızlık Bakanlığı’
Anzer Köylüleri adına konuşan DEKAP Sözcüsü Ömer Şan, “Bakanlar kurulu Anzer’i biliyor! Rize Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü, ‘Anzer değil, Ballıköy için ÇED Raporu Gerekli Değildir’ dedik diyorlar. Bu insanları Anzer’e götürmek ve bak burası Anzer Yaylası, dünya burayı böyle biliyor. Resmi adı ise Ballıköy demek lazım! Çevre Müdürlüğünde oturup, çevresi ile bu kadar ilgisiz yönetim kadrosu olabilir mi, diye şaşkınlık içindeyiz. Devletin kurumları birbirinden habersiz, kopuk bir durumda! Çevre Bakanlığı, ‘Çevreye Duyarsızlık Bakanlığı’ olarak adını değiştirebilir. Çünkü çevrelerinde olanların fiziki varlığından bile haberdar değiller” şeklinde ifadeler kullandı.
Yeşil Yol’da da Aynı Durum
Yaşam savunucuları ise yaşanan durumun bir anlamda Yeşil Yol diye anılan ve sadece çizgisi yeşil olan yol çalışmasının hangi amaçlara hizmet için yapıldığının da en açık göstergesi olduğuna dikkat çekiyor.
Yaşam savunucuları, Yeşil Yola karşı verilen yasal ve hukuksal mücadelede de kurumların aynı yöntemi izlediğini, ‘Yeşil Yol’ olarak istenen belge ve bilgilerde böyle bir projenin olmadığı ifade edilerek, güzergâhın aslında ‘Turizm Yolu’ olarak adlandırıldığına da vurgu yapıyorlar.




19 Kasım 2015 Perşembe

NASA’nın son keşfi: Kurtuluş komünizm

Hazırlattığı raporda ‘Burjuva sınıfının egemenliği sürerse çöküş başlar, kaynakların eşit dağıtılması şart’ deniliyor.
 Dünya dışı yaşam alanları bulma konusundaki araştırmalarına alışık olduğumuz NASA’nın herkesi şaşırtan son keşfi komünizm oldu. Biz tanınmış Marksist iktisatçımız Korkut Boratav’ın 6 Mayıs tarihli Sol gazetesindeki köşesinden okuduk haberi. Boratav, NASA’nın desteklediği“Toplumumuzun çökmesi mümkün müdür” sorusuna yanıt arayan bir projeyi değerlendirdiği yazısında, söz konusu projede Marx’ın ünlü artı değer teorisinin yeniden keşfedildiğini yazdı. NASA’ya gelen tepkiler, bu ünlü kurumun “komünist” olduğu yolundaydı Korkut Hoca’nın aktardığına göre.
İngilizce aslından okuduğumuz Human and Nature Dynamics (HANDY): Modeling Inequality and Use of Resources in the Collapse or Sustainability of Societies (İnsan ve Doğa Dinamiği: Toplumların Çöküşünde veya Sürdürülebilirliğinde Eşitsizliğin ve Kaynak Kullanımının Modelleştirilmesi) başlıklı raporda, Safa Motesharrei, Jorge Rivas ile Eugenia Kalnay adlı üç bilim adamı, toplumların çöküş olasılıkları üzerinde duruyorlar.
Eski dönemin büyük çöküş örneklerinden yola çıkıyor üç araştırmacı. Roma, Mısır, Atina gibi büyük uygarlıkların çöküşünü inceleyerek giriyorlar konuya, buradan da eğer burjuva sınıfının egemenliği sürerse günümüzde de böyle bir çöküşün olası olduğu sonucuna ulaşıyorlar.
Roma nasıl çöktü?
 Çöküşü konusunda en çok, en ayrıntılı bilgiye sahip olduğumuz Roma İmparatorluğu’nun yaşadığı sorunları yaşıyoruz günümüzde gerçekten de. İmparatorluk sınırları geliştikçe Roma’nın kendi eyaletleri üzerindeki denetiminin zorlaştığını biliyoruz. Günümüz emperyal devletlerinin de bu tür bir denetimsizlik sorunu yaşadığını, bu nedenle aşırı silahlanmaya gittiğini, bunların da NASA’nın raporunda ifade edilen çöküş için etken olmadığını iddia edebilir miyiz? Roma İmparatorluğu’nda halkın fakirlik, yoksulluk, kıtlık içinde olduğu bilinir, buna rağmen sınırlarını korumak için büyük çok büyük bir ordu beslemek zorundaydı imparatorluk. Günümüzde ordunun profesyonel olması harcanan paranın az olduğu anlamına gelmiyor.
Raporda “kaynakların kullanımındaki mevcut eğilimlerin sürdürülebilir olmadığına dair yaygın kaygılar olmakla birlikte, çökme olasılığı tartışmalı olmaya devam ediyor” deniyor. Büyük çöküşlerin tarih boyunca sık yaşandığına, ardından yüzyıllar süren ekonomik, entelektüel gerileme, nüfus azalımı gibi sorunların geldiğine dikkat çekiliyor. Raporu kaleme alanlara göre belirli çöküşleri açıklamak için farklı doğal ve sosyal fenomenlere başvurulmuş, ancak genel bir açıklama da henüz bulunamamıştır.
Av-avcı modeli
Raporun yazarlarının yaptığı şu: Biriktirilmiş zenginlik ve ekonomik eşitsizliği, insanlık ve doğanın avcı-av modeline ekleyerek insan nüfusu dinamiklerini açıklayacak bir model geliştirmek. Modelin yapısı şu dört denklem üzerinden ele alınıyor: Elitler, Halk, Doğa ve Zenginliğin Evrimi.
Açık ifadeyle raporda Çöküş’e yol açan iki tür sorun olduğu tartışılıyor. Bunlar Ekonomik Katmanlaşma ve Ekolojik Gerinim. Birbirinden bağımsız olarak çöküşe yol açabilecek etmenler bunlar. Tarihsel örnekleri de var ki raporda bu örneklere yer veriliyor. “Taşıma Kapasitesi” diye adlandırılan bir de ölçek geliştirilmiş raporda. Bu da tahmini değerlerin, çöküşün erken tespitinde işe yaramasını sağlayacak bir ölçek.
Rapor yazarlarının günümüze uyarladıkları bu modelin yeni dinamikleri var. Bu dinamikler, tarihte örneklerine rastlanan, geri dönüşü olmayan çöküşleri de yeniden üretebilir. Çare yok mu peki? Çöküş nasıl engellenebilir? Eğer doğanın yok edilme hızı (oranı) sürdürülebilir bir düzeye indirilebilirse ve kaynaklar eşit dağıtılırsa çöküntüler önlenebilir. Tabii nüfusun azami taşıma kapasitesinde kararlı bir sabitlemenin de olması şart.
Yani iş yine günümüz uygarlığına düşüyor. Fedakârlık yapacak. Doğayı koruyacak. Raporun en tartışmalı önerisi ise ABD’li sağcıların NASA komünist mi oldu eleştirisine yol açan “kaynakların eşit dağıtılması” önerisi. Açık seçik dedikleri şu rapor yazarlarının: Sorunlarımızın kaynağı “sınıflı toplum”.
Kullanılabilir kaynakların paylaşımında ciddi sıkıntılar yaşanıyor dünyamızda. Bunun için büyük toplumsal mücadeleler veriliyor. Kaynak paylaşımındaki adaletsizlik, eşitsizlik ortadan kaldırılmazsa sonumuz felaket. NASA’nın “keşfi” bu.
Aşırı üretimin de sorunlarımızdan biri olduğuna dikkat çekiliyor raporda. Zorunlu olandan fazlası da üretiliyor günümüzde malum. Yani bir “artık değer” söz konusu. Bu da işçinin, emekçinin sömürülmesi demek
Marx’tan 196 yıl sonra
NASA raporunda Marx’tan 196 yıl sonra artı değer olgusunun keşfedilmesi başlı başına bir olay elbette. Zorunlu olandan fazlasını üretmek anlamında en genel tanımıyla. İşçi emek gücünü artı değer üreterek satmak zorunda. Bu kavram Marx’tan önce de keşfedilmiş, özellikle klasik iktisatçılar olarak adlandırdığımız Adam Smith ile David Ricardo gibilerince de kullanılmıştı. Marx’ı bu adlardan ayıran özelliği, artı değer teorisini kullanırken mevcut ekonomi politiğin eleştirisini de yapıyor olması. Toplumların hemen hemen tüm özellikleri ekonomi çerçevesinde ele alınarak çözümlenebilir çünkü Marx’a göre. Neredeyse araştırmasında aynı yöntemi kullanan NASA’nın şimdi buna vurgu yapması,“Avrupa’nın üzerinde dolaşan hayalet” olan komünizmi “keşfetmesi”ne yol açtı haliyle. NASA’nın raporunu hazırlayanlar İtalyan kurmacı Antonio Negri’den de daha gerçekçiler bana sorarsanız. Negri, üretim tarzındaki değişikliklerin yeni tehditler getirdiğini belirtir ama yeni olanaklar sağladığını da iddia eder. NASA’nın raporunu yazanlar ise “böyle giderse bir felaket”le karşılaşacağımızı vurguluyorlar ısrarla. Negri, “kapitalist gelişmede işçi sınıfı mücadelesi açısından yeni olanaklar mevcuttur” der, ama NASA’nın raporunu yazanlar, işçilerinki de aralarında olmak üzere başka katmanların da katılacağı daha büyük toplumsal patlamaların olabileceğinden söz ediyorlar. Yani NASA, Negri’den daha karamsar olabilir ama ondan daha gerçekçi olduğu da doğrudur.
Negri de dünyamızda egemenliğin aldığı yeni biçimin tek bir tahakkümcü hale döndüğünü söyleyerek emperyalizm sonrası dönemi İmparatorluk olarak açıklar. Yani NASA’nın çöküşe yol açacağını söylediği baskı mekanizmalarının gelişkinliği Negri’de de sorundur.
NASA raporu Komünist Manifesto gibi
NASA raporunda iş çevrelerinin kârlılık/birikim peşinde koşmayı tek amaç haline getirmeleri bir felaket olarak anlatılıyor. Geçmişteki büyük uygarlıkları yıkan “dinamikler” bugün de mevcut. Bunların en önde geleni de “Biriktirilen ekonomik fazlalıkların toplumda eşit biçimde dağıtılmamış oluşu”.Tam tersine, dağıtılmadığı gibi bunlar bir seçkinler topluluğunun kontrolünde. Bu seçkinler, zenginliği üreten emekçilere sadece geçinebilecekleri kadar bir pay ayırıyorlar. Toplumsal eşitsizlik bu kadar açık daha nasıl söylenir? Bununla kalmıyor rapordaki analiz. “Bu seçkinler” deniyor “çok hem de çok tüketiyorlar”.
Çöküşün engellenebilmesi için nüfus artışının belli bir dengeye kavuşturulmasını, kişi başına düşen kaynak tüketiminin azaltılmasını, nihayet kullanılabilir kaynakların daha eşitlikçi tarzda dağıtılmasını öneren NASA bir devrim programını eksik bırakmış neredeyse.
Yeni Malthusçuluk mu?
NASA raporunda nüfus artışının belli bir dengeye kavuşturulmasının bir çare olarak sunulması akla Malthusçuluk benzeri yöntemleri de önerebilir mi kuşkusunu da getiriyor ister istemez. 19. yüzyılda en büyük korku nüfus artışıydı, malum. Aslında bu korkunun yayılmasına tek başına yol açan kişi İngiliz bir din adamı olan Thomas Robert Malthus’tur. Öyle bir kuram attı ki ortaya, bu kurama göre parası olmayan hiç var olmamalıydı. Yine parası olmayana çocuk doğurma hakkı verilmemeliydi. Yoksullar, kendi çıkarlarını düşünüyorlarsa, çocuklarının sayısını maddi koşullarına göre sınırlamalıydılar. Bunun tek yolu da cinsel istekleri frenlemekti.
Böyle demedi tabii ama kuramından bu sonuçlar çıkaranlar oldu. Başta faşistler elbette. Tüm sorunlarımızın kaynağı nüfus artışıydı Malthus’a göre. Başta savaşların. Yaşadığı dönemde İngiliz hükümetinin yoksullar için yardım planlarına da “yoksulların daha fazla çocuk sahibi olmalarına yol açacakları” gerekçesiyle itiraz ediyordu. İşçilerin kötü durumlarından işverenler de suçlu değildi Malthus’a göre. Proudhon ve Marx gibi sosyalistler bu kuramı şiddetle eleştirdiler tabii. Çünkü bu her iki ada göre yoksulluk, doğum fazlalığından değil, özel mülkiyet rejiminden kaynaklanıyordu.
Nüfus artışının kontrolü gibi tehlikeli bir cümlenin yer alması nüfus artışının önlenmesinden yeniden bir Malthusçuluk çıkaracaklara fırsat verir gibi bir endişe taşıyorum. NASA raporunun benim açımdan en tatsız tarafı bu.
Ama önemli olan “think tank” kuruluşlarının araştırmalarında görmeye alıştığımız kimi sonuçlara,“dünyamızla” ilgilenmediğini sandığımız bir kurumun raporunda rastlamak şaşırtıcı oluyor yine de.
Sınıflı toplumu ortadan kaldırmak için ömürlerini verenlerin, bu uğurda ölenlerin yok etmek istedikleri sınıflı toplumun tehlikesine NASA’nın dikkat çekmesi elbette çarpıcı. Dünya dışı varlıkları da, tehlikeli olur mu, anlamında araştıran kurum, dünya için asıl tehlikenin ne olduğunu evrende değil, üzerinde bulunduğumuz topraklarda keşfetti: “Eşitsizlik.”
NASA çalışanları yakında kırmızı bere ile dolaşırlarsa şaşırmayalım.(Kaynak Cumhuriyet Gazetesi)

KALAN DERSİMDE DÖRT MEVSİM KALANLAR-( sosyal belgesel fotoğraf çalışma)

 Peki ya "Dersim"de kalanlar?

Dersim Doğu Anadolu'nun rüzgarı sert, dağları heybetli coğrafyalarından…

Onu bölgedeki diğer şehirlerden ayıran yanıysa kendine has dik başlılığı.
Ne de olsa onun savaşı ne bugüne ne de sadece tarihi son 30 yıla dayanan savaşa ait.
Yüzyıllardan beri hep isyankâr oldu bu şehir.
Kendisine içinde yaşayanların dışında kimsenin sahip olmasına izin vermedi uzun süre.
Her geleni dışarıya çıkarttı zaman içinde. Yine kendi halkıyla, kendi özkültürüyle başbaşa kaldı sürecin sonunda.
Fotoğrafçı Tahir Bozkurt'un son sergisi "Kalan" şehrin son kanlı savaş döneminin yaralı izlerini taşıyor her karesinde.

Serdar Korucu / CNN TÜRK



 Kendi geçmişinden yola çıkarak, çocukluğunun geçtiği mekanları fotoğraflayan Tahir Bozkurt, Dersim’in dağ köylerinde kalan insanların günlük yaşamlarına ve mekanlarına konuk oluyor, objektifiyle bir zamanlar arasında yaşadığı halkının yaşamını taşıyor sergiyi takip edenlere. Serdar Korucu / CNN TÜRK

Yıkılmış bir köyü...Kimi zaman yıkılmış bir köyü arkasına alan gözü yaşlı bir adam takılıyor kadrajına. / CNN TÜRK


Kardeşinden başka arkadaşı olmayan çocuklar: 

Kimi zaman boşaltılan köyünde oynayacak başka arkadaş bulamayan kardeşler… / CNN TÜRK


Ataları bildikleri dağlar: Kimi zamansa gözleri on yıllar boyu sadece şiddet gören, evlatlarını ataları bildikleri dağlarda kaybeden her şeyini yitirse de onurunu koruyan cesur kadınlar… / CNN TÜRK


 Tek ortak özellikleri ise köklerinin bulunduğu topraklarda “kalan” olmaları… / CNN TÜRK
 Kendi geçmişinden yola çıkarak, çocukluğunun geçtiği mekanları fotoğraflayan Tahir Bozkurt, Dersim’in dağ köylerinde kalan insanların günlük yaşamlarına ve mekanlarına konuk oluyor, objektifiyle bir zamanlar arasında yaşadığı halkının yaşamını taşıyor Sosyal Belgesel Çalışmalarına / CNN TÜRK


GERÇEKLİĞİN ŞİİRSEL HİKAYESİ /Beyazperdenin şairi Theodoros Angelopoulos üstüne bir yazı

“İnsan ne zaman ölür?
Artık hatırlamadığı zaman.
Başka?
Artık hatırlanmadığı zaman.”
 Mücadelenin, ardından gelen yenilginin,yitip gidenlerin hala süren ve sürecek olan umudun, asla ‘’the end‘’in yerinin olmadığı bu sonsuzluğun içinde kaybolanlar,kaybettiklerimiz ve kaybettiğimizi aramak için çıktığımız yolculuğun, bir şiirin içinde akıp giden serüvenidir Angelopoulos`un perdede bize gösterdikleri.
İlk Ağlayan Çayır ile tanışmıştım onla, usul usul içeri doğru ilerleyip sonra böğrüne saplayan tınılar karşılıyor ilk seni, duvara toslayacağın anlaşılıyor hemen, bir film ne yapabilirdi ki oysa? ..ama onun yolculuğunun başladığı yerde senin de yolculuğun başlıyordu, sonraki filmlerinde daha iyi anlıyorduk bu yolculuğu. Sonra anladım ki bu yolculuk onun benim senin yolculuğu, hikayesi değil, bir halkın, bizim, kaybedenlerin hikayesi öyle ki sanki bazı anlarda kamera göğe doğru yükselip el değmeden hazırlanmış bir şiiri yakalayıp tüm derinliği ile gözlerimize düşürür gibi. Hayat tüm realitesi ile ortadaydı. Bu yüzden film bittiğinde bitmeyen filmlerdendi onun filmleri.Kameranın bir şiir açısının olduğunu bilmiyordum, Angelopoulos’tan önce.Onun kamerası daima şiir açısına ayarlıydı.

‘’Her çim yaprağı bir
parça çiğ tutuyordu.
Ve hepsi bir süre sonra
çiğ damlasını yumuşak toprağa bırakıyordu.
“Bu çayır” dedi yaşlı adam,
“nehrin kaynağıdır… ‘’
Dediği gibi yaşlı adamın; nehrin kaynağına doğru bir yolculuğu muydu bu yoksa?. Usta tüm filmlerinde bana bu soruyu sorduruyordu. Ve o nehri arayanların yenilmiş hüznü; “yok olup giden tüm umutlara, kurduğumuz bütün hayallere rağmen hiç değişmeyen dünyaya,’’ kadehlerini kaldıran ‘’o adamların’’ hikayesi ile Ulis‘ın Bakışı ile devam eder yolculuk, bu bakış insanlığın ilk bakışı, masum bakışıydı belki, aynı zamanda dünyanın 68’ne bir bakıştı da denebilirdi.
Dünyanın değişeceğine , değişebileceğine duyulan arzuların çok olduğu yıllardı. Elbette güzel bir ihtimaldi, usta burada insanın dünyaya ilk bakışının peşine düşer, bu yolculukta tarihle yüzleşleştirir bizi, yaşanan acıları, her karede fotoğraflar sanki. Kendisinin de dediği gibi ; “Çok eski olmayan bir zamanda, dünya tarihi arzuya dayanıyordu: dünyayı şöyle ya da böyle değiştirme arzusuna. Şimdi, hazin bir yüzyılın sonuna geldiğimizde bu arzuların gerçekleşmediğini görüyoruz. Tarih şimdi suskun. Sessizlik içinde yaşamak çok güç olduğundan, hepimiz cevapları kendi içimizde arıyoruz. Yine de sinemanın benim anladığım şekliyle, yaşadığımız çürüyen dünyaya belki de son direniş formu olan sinemanın- amacı, üstü örtülemez tarihsel gerçekleri, masumların gözleri önüne serme çabasından ibarettir.” Ben onu beyaz perdenin şairi olarak adlandırıyorum, hiç bir filminin sonunda ‘’son ‘’ yazmadı, hayatın sonsuzluğunu vurgular gibiydi usta. Aynı zamanda sinemanın da giderek ticari işlev güderek, çabuk tüketilen ve üst sınıfın zamanını tatmin etmek, alt sınıfını oyalamak gibi, kapitalist düzenin istediği bir işleve doğru gittiği bir zamanda, Angelopoulos, sinemanın olması gerektiği hatta üst seviyedeki bir tutumla sürdürdüğü bu değerli çaba ve özgünlüğü, şairane tutumu bende ona karşı kısa sürede büyük bir hayranlık uyandırdı.
Yolculuk, Sonsuzluk ve Bir Gün ile devam eder, evet bir şairin hikayesi, sözcükleri satın alan bir şair, yurdundan uzunca bir vakit ayrı kalmak zorunda kalmış ve tanıştığı küçük bir çocukla adeta bir med-cezir yaşayan o şairin hikayesi, yaşamı sorgulayan, ama bazen belki de bilmemenin daha iyi olduğunu gizemin var olması gerektiğini düşünen, bütün inancı ile yaşama çalışmasına rağmen fakat umutsuzlukla dolu olduğu halde ,umut etmekten başka bir seçeneğinin olmadığını söyler, bunu şöyle ifade ediyordu :
‘’Her şey bizi kış gelmeden önce teknelerin gölgeleri üzerine vuran uykudaki güneşin aniden açmasını sağlayarak aşıkları dışarı uğratan riyakar baharın verdiği sözlere inanmaya itiyor ….kış gelmeden önceki her şeye inanmaya itiyor..’’ Ve o, inandıklarının hüsranı ile; saf bir çocuk gibi başını annesinin göğsüne yaslayarak soracaktır:
 “Neden anne?
Neden hiçbir şey beklediğimiz gibi olmuyor? Neden? Neden çaresizce çürümek zorundayız acı ve arzularla ikiye bölünerek? Neden?”
 Hepimizin aslında kendimizle yüzleşirken, sorgularken yanıtını aradığımız sorulardı bunlar, bizim yarım kalanların soruları..!
Angelepolus`un tüm diğer filmlerinde (arıcı, leyleğin geciken adımı, zamanın tozu ..) aynı yolculukla sürmekteydi. Bu yolculukta kulağımıza gelen tınılar o büyülü tınıların sahibi; elbette Eleni Karaindrou.Ben Eleni`nin müziğinin de hikayenin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Angelopolus`un anlattıklarının bir kısmı da Eleni`nin müzikleridir. Yaşanan hayatın arkasında hep bir müzik vardır. Mültecilerin yaşamının arkasında bir müzik var, bir şairin arkasında bir müzik… İşte Eleni de o müziği yakalamıştır diye düşünüyorum. Bu yüzden Eleni`nin payı da büyüktür perdedekilerde. Kendisi film ve müzik ilişkisini şöyle ifade eder :
“Kameranın hareketleri ile ilişkim, her zaman senaryo ile ilişkimden daha önemli olmuştur. Tabii ki müzik öykünün bir alt başlığıdır ve film müziği, elbette filmin öyküsünü kavramalıdır. Ancak bir filmin anlamı her zaman senaryoyla sınırlı değildir. Görüntü ve müzik, sözlerle her zaman kolaylıkla ifade edilemeyecek olanın bir bileşeni olmalıdır. Bazen senaryoya baktığınızda hiçbir şey göremeyebilirsiniz. Harold Pinter`ın dediği gibi, asıl anlam söylenmeyendedir. Müzikle yapmaya çalıştığım filmin tüm bileşenlerinin-senaryo,mekan, oyuncular, montaj- etkilediği öyküye bir yankı yaratmak, onların seslerine ses vermektir.”
 Angelopoulos filmlerinde de net ortaya koyduğu gibi, bu dünyanın insanı hayatı hep yarım kalır, yarım mücadeleler, yarım aşklar, yarım yürüyüşler, yarım mutluluklar… Bu yarım‘lar bir sonsuzluğun içinde geçip gider ve böyle hep eksik kaldığımız sonra göçeceğimiz bir yeryüzünde neden kirletiriz elimizi, neden acılar yaşatırız birbirimize ve neden tanık olur çocuklar daha çocukken ;
“korkuyorum ey selim… deniz sonsuz …gittiğimiz yer nasıl bir yer olacak?
ya orada dağlar vadiler polisler askerler varsa?” / sonsuzluk ve bir gün
 Sorular kimi zaman ürperticiydi .!
Angelopoulos`un dünyaya bakışı açık ve net, insana dairdi.Usta bu insanın ve kavgasının yolculuğunu, kendisinin yolculuğu sürdürdükçe sürdürecekti, zira yolculuğu yine bizi bir yolculuğa çıkaracak filmin setinde sona erdi ve tercihi ettiği ölümü yaşadı! Çünkü benim ölümüm film çekerken olacak demişti.. Öyle oldu .
DENİZ ,BAŞKA BİR DENİZE KARIŞIP GİTTİ..
2012/


http://www.kaoscocukparki.com/(Yazı Alınmıştır)

16 Kasım 2015 Pazartesi

Bled

Bled,Slovenya'nın kuzey batısındaki yukarı Carniola bölgesinde 10.899 nüfuslu belediyedir.Alan turistlerin popüler uğrak noktasıdır.


Bu yerden ilk bahsediliş,10 Nisan 1004 tarihlidir.Brixen'in Albuin piskoposunun İmparator II. Henry tarafından ödüllendirildiği zamandır. 1996 yılında bağımsız belediye oldu.

 Bled,buz devrine ait Bled Gölü ile ünlüdür.Bu onu büyük bir turist cazibe yeri yapar.Onun ılıman iklimi nedeniyle Bled,dünyanın her bir köşesindeki aristokrat misafirler tarafından ziyaret edilir.Bugün en önemli kongre ve dinlenme merkezi dir.Geniş yelpazeli spor aktiviteleri sunar(Golf,balıkçılık,at biniciliği) ve dağ tırmanışının başlama noktasıdır.
Gölün ortasındaki küçük bir ada bir kiliseye yer olur;ziyaretçiler sıklıkla iyi şans dilemek için onun zilini çalarlar.
Adada tarih öncesi zamana ait insan izleri bulunmuştur.Kilisenin inşa edilmesinden önce,Ziva yı (Slav mitolojisinde bereket ve aşk tanrıçası)kutsayan bir tapınak vardı. Adaya , Pletna olarak adlandırılan geleneksel bir bot ile gidilir.

 Kasaba,Slovenya'da Vanilya ve Krem pastanın Kremna rezina adlandırılması ile tanınır.Bu isim Almanca' dancremeschnitte sözünden türer.literatürdeki anlamı Cream slice (kaymaklı dilim)dir.Bled Gölü'ndeki ada 99 basamaktır.Evlenenlerdeki yerel gelenek,yeni gelini sessiz kaldığı sürece ;kocanın gelini bu basamakların en üstüne taşımasıdır.




12 Kasım 2015 Perşembe

‘Palmira Antik Kenti 6 ay içinde yok olabilir’

Suriye’de IŞİD çetelerinin mayıs ayında ele geçirdiği Palmira Antik Kenti’nin 6 ay içinde tamamen yok olabileceği bildirildi

Suriye Müzeler ve Tarihi Eserler Genel Müdürü Mamun Abdülkerim, uluslararası toplumun harekete geçmemesi halinde Palmira Antik Kenti’nin 6 ay içinde tümüyle yok olacağını söyledi.
‘Dünyanın en üzgün genel müdürüyüm’
İngiltere ziyareti sırasında yaptığı açıklamada kendisini ‘dünyanın en üzgün genel müdürü’ olarak tanımlayan Abdülkerim, “Durum şimdiki gibi devam ederse bir tarih yok olup gidecek” dedi. Uluslararası topluma seslenen Abdülkerim, “Suriye’yi bu kültür savaşında yalnız bırakmayın. Size ihtiyacımız var. Ne yapılması gerektiğine karar vermek politikacıların ve strateji uzmanlarının işi” diye konuştu.
Tarihi M.Ö. 19. yüzyıla dayanan ve UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Palmira, savaş öncesinde her yıl tüm dünyadan yüzbinlerce turist tarafından ziyaret ediliyordu.

 IŞİD çok sayıda eseri yok etti
Suriye hükümeti, Palmira’nın IŞİD’in eline geçmesinden önce yüzlerce heykelin güvenli bölgelere nakledildiğini açıklamıştı. Ancak IŞİD’in kentteki birçok tapınak ve mezarı yok ettiği belirtiliyor.


Kaynak: Sputnik




6. Malatya Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde En İyi Film ödülü Faruk Hacıhafızoğlu'nun yönettiği 'Kar Korsanları’nın oldu.


Emin Alper 'Abluka' ile En İyi Yönetmen ve SİYAD ödüllerini kazanırken, En İyi Senaryo ödülü 'Eksik' ile Mehmet Kala ve Şerif Nokta'nın oldu.






En İyi Kadın Oyuncu ödülü Esme Madra (Nefesim Kesilene Kadar) ve Ece Dizdar (Çekmeceler) arasında, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ise 'İnanç Konukçu' (Kasap Havası) ve Özgür Emre Yıldırım (Eksik & Sarmaşık) arasında paylaştırıldı. Soner Erzincan 'Yeni Dünya'daki rolüyle Jüri Özel Ödülü'nü aldı.
Kemal Sunal Halk Ödülü'nü Çağıl Nurhak Aydoğdu'nun yönettiği 'Yarım' kazandı.
Fahri Kayahan En İyi Müzik ödülü ise 'Çekmeceler' ile Hasan Özsüt'ün oldu.



11 Kasım 2015 Çarşamba

Darwin'in Türlerin Kökeni kitabı en etkili akademik kitap seçildi

Charles Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabı, yazılmış en etkili akademik kitap seçildi. Oluşturulan 20 kitaplık listede, Immanuel Kant, Stephen Hawking'in kitapları ve Karl Marx ile Friedrich Engels'in yazdığı Komünist Manifesto da bulunuyor.

The Guardian'ın habrine göre, Akademik Kitap Haftası çerçevesinde uzmanlar tarafından en etkili 20 akademik kitap listesi oluşturuldu. Listenin oluşturulmasının ardından halka hangi kitabın bunlar arasında en etkili olduğunu düşündükleri soruldu.
Oylamayla birinci seçilen kitap, Charles Darwin'in Türlerin Kökeni kitabı olurken, Glasgow Üniversitesi'nden Andrew Prescott, Darwin'in kitabının "akademik kitapların neden önemli olduğunu gösterdiğini" söyledi.  Prescott, Darwin'in kitabının yalnızca doğaya dair fikirlerimizi değil, din, tarih ve topluma dair düşüncelerimizi de sorgulattığını belirtti.
Türlerin Kökeni'nin arkasından gelen kitapsa Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yazılan Komünist Manifesto oldu, Shakespeare'in Tüm Eserleri üçüncü sırayı alırken, Platon'un Devlet'i dördüncü, Immanuel Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi ise beşinci oldu.
Kant'ın kitabının bilinirliği ve listeye girmiş olması da hoş karşılanırken, düşünür Roger Scruton, kitabın felsefenin en zorlu eserlerinden biri olduğunu ve birinci seçilmesi gerektiğini düşündüğünü bildirdi.
Listede bu kitapların yanı sıra, Stephen Hawking'in, Niccolo Machiavelli'nin, Albert Einstein'ın, Simone de Beauvoir'ın ve Edward Said'in kitapları da yer alıyor.




10 Kasım 2015 Salı



50 kişiyi yaralayan baykuşa ömür boyu hapis



Hollanda'nın kuzeyindeki Purmerend kentinde çok sayıda kişiyi yaralayan bir baykuşun ömür boyu 'hapiste' tutulması kararlaştırıldı.
Belediye, baykuşu hapsetmek için devletten izin belgesi talep etti.
Geçen yıl ortaya çıkan baykuş kent halkına aylar boyunca korkulu günler yaşattı.
Baykuş yürüyüş ya da spor yapan 50'den fazla kişiyi gaga darbeleriyle ciddi biçimde yaraladı. Saldırılar üzerine belediye halka yanlarına şemsiye alma tavsiyesinde bulunmuştu.
Uzun uğraşlar sonucu yakalanan baykuşun, hapsedilmesi kararlaştırıldı. Belediye Başkanı, bu kararı belediye meclisine bildirdi.
Hollanda Baykuş Çalışma Grubu'na göre, gözaltındaki kuşun serbest bırakılması durumunda aynı davranışları gösterme olasılığı çok yüksek.
Çevreci gruplar ise yakalandıktan sonra belediye tarafından kuşların tutulduğu bir barınağa konan baykuşun doğaya salınması için eylem başlattı.
Söz konusu grupların, bakıcısına baskı uygulaması üzerine kuş bilinmeyen bir yere nakledildi.
Araştırmacılar kuşun bir insan tarafından yetiştirildiğini düşünüyor.
                                                                                         Kaynak:BBC