19 Kasım 2015 Perşembe

GERÇEKLİĞİN ŞİİRSEL HİKAYESİ /Beyazperdenin şairi Theodoros Angelopoulos üstüne bir yazı

“İnsan ne zaman ölür?
Artık hatırlamadığı zaman.
Başka?
Artık hatırlanmadığı zaman.”
 Mücadelenin, ardından gelen yenilginin,yitip gidenlerin hala süren ve sürecek olan umudun, asla ‘’the end‘’in yerinin olmadığı bu sonsuzluğun içinde kaybolanlar,kaybettiklerimiz ve kaybettiğimizi aramak için çıktığımız yolculuğun, bir şiirin içinde akıp giden serüvenidir Angelopoulos`un perdede bize gösterdikleri.
İlk Ağlayan Çayır ile tanışmıştım onla, usul usul içeri doğru ilerleyip sonra böğrüne saplayan tınılar karşılıyor ilk seni, duvara toslayacağın anlaşılıyor hemen, bir film ne yapabilirdi ki oysa? ..ama onun yolculuğunun başladığı yerde senin de yolculuğun başlıyordu, sonraki filmlerinde daha iyi anlıyorduk bu yolculuğu. Sonra anladım ki bu yolculuk onun benim senin yolculuğu, hikayesi değil, bir halkın, bizim, kaybedenlerin hikayesi öyle ki sanki bazı anlarda kamera göğe doğru yükselip el değmeden hazırlanmış bir şiiri yakalayıp tüm derinliği ile gözlerimize düşürür gibi. Hayat tüm realitesi ile ortadaydı. Bu yüzden film bittiğinde bitmeyen filmlerdendi onun filmleri.Kameranın bir şiir açısının olduğunu bilmiyordum, Angelopoulos’tan önce.Onun kamerası daima şiir açısına ayarlıydı.

‘’Her çim yaprağı bir
parça çiğ tutuyordu.
Ve hepsi bir süre sonra
çiğ damlasını yumuşak toprağa bırakıyordu.
“Bu çayır” dedi yaşlı adam,
“nehrin kaynağıdır… ‘’
Dediği gibi yaşlı adamın; nehrin kaynağına doğru bir yolculuğu muydu bu yoksa?. Usta tüm filmlerinde bana bu soruyu sorduruyordu. Ve o nehri arayanların yenilmiş hüznü; “yok olup giden tüm umutlara, kurduğumuz bütün hayallere rağmen hiç değişmeyen dünyaya,’’ kadehlerini kaldıran ‘’o adamların’’ hikayesi ile Ulis‘ın Bakışı ile devam eder yolculuk, bu bakış insanlığın ilk bakışı, masum bakışıydı belki, aynı zamanda dünyanın 68’ne bir bakıştı da denebilirdi.
Dünyanın değişeceğine , değişebileceğine duyulan arzuların çok olduğu yıllardı. Elbette güzel bir ihtimaldi, usta burada insanın dünyaya ilk bakışının peşine düşer, bu yolculukta tarihle yüzleşleştirir bizi, yaşanan acıları, her karede fotoğraflar sanki. Kendisinin de dediği gibi ; “Çok eski olmayan bir zamanda, dünya tarihi arzuya dayanıyordu: dünyayı şöyle ya da böyle değiştirme arzusuna. Şimdi, hazin bir yüzyılın sonuna geldiğimizde bu arzuların gerçekleşmediğini görüyoruz. Tarih şimdi suskun. Sessizlik içinde yaşamak çok güç olduğundan, hepimiz cevapları kendi içimizde arıyoruz. Yine de sinemanın benim anladığım şekliyle, yaşadığımız çürüyen dünyaya belki de son direniş formu olan sinemanın- amacı, üstü örtülemez tarihsel gerçekleri, masumların gözleri önüne serme çabasından ibarettir.” Ben onu beyaz perdenin şairi olarak adlandırıyorum, hiç bir filminin sonunda ‘’son ‘’ yazmadı, hayatın sonsuzluğunu vurgular gibiydi usta. Aynı zamanda sinemanın da giderek ticari işlev güderek, çabuk tüketilen ve üst sınıfın zamanını tatmin etmek, alt sınıfını oyalamak gibi, kapitalist düzenin istediği bir işleve doğru gittiği bir zamanda, Angelopoulos, sinemanın olması gerektiği hatta üst seviyedeki bir tutumla sürdürdüğü bu değerli çaba ve özgünlüğü, şairane tutumu bende ona karşı kısa sürede büyük bir hayranlık uyandırdı.
Yolculuk, Sonsuzluk ve Bir Gün ile devam eder, evet bir şairin hikayesi, sözcükleri satın alan bir şair, yurdundan uzunca bir vakit ayrı kalmak zorunda kalmış ve tanıştığı küçük bir çocukla adeta bir med-cezir yaşayan o şairin hikayesi, yaşamı sorgulayan, ama bazen belki de bilmemenin daha iyi olduğunu gizemin var olması gerektiğini düşünen, bütün inancı ile yaşama çalışmasına rağmen fakat umutsuzlukla dolu olduğu halde ,umut etmekten başka bir seçeneğinin olmadığını söyler, bunu şöyle ifade ediyordu :
‘’Her şey bizi kış gelmeden önce teknelerin gölgeleri üzerine vuran uykudaki güneşin aniden açmasını sağlayarak aşıkları dışarı uğratan riyakar baharın verdiği sözlere inanmaya itiyor ….kış gelmeden önceki her şeye inanmaya itiyor..’’ Ve o, inandıklarının hüsranı ile; saf bir çocuk gibi başını annesinin göğsüne yaslayarak soracaktır:
 “Neden anne?
Neden hiçbir şey beklediğimiz gibi olmuyor? Neden? Neden çaresizce çürümek zorundayız acı ve arzularla ikiye bölünerek? Neden?”
 Hepimizin aslında kendimizle yüzleşirken, sorgularken yanıtını aradığımız sorulardı bunlar, bizim yarım kalanların soruları..!
Angelepolus`un tüm diğer filmlerinde (arıcı, leyleğin geciken adımı, zamanın tozu ..) aynı yolculukla sürmekteydi. Bu yolculukta kulağımıza gelen tınılar o büyülü tınıların sahibi; elbette Eleni Karaindrou.Ben Eleni`nin müziğinin de hikayenin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Angelopolus`un anlattıklarının bir kısmı da Eleni`nin müzikleridir. Yaşanan hayatın arkasında hep bir müzik vardır. Mültecilerin yaşamının arkasında bir müzik var, bir şairin arkasında bir müzik… İşte Eleni de o müziği yakalamıştır diye düşünüyorum. Bu yüzden Eleni`nin payı da büyüktür perdedekilerde. Kendisi film ve müzik ilişkisini şöyle ifade eder :
“Kameranın hareketleri ile ilişkim, her zaman senaryo ile ilişkimden daha önemli olmuştur. Tabii ki müzik öykünün bir alt başlığıdır ve film müziği, elbette filmin öyküsünü kavramalıdır. Ancak bir filmin anlamı her zaman senaryoyla sınırlı değildir. Görüntü ve müzik, sözlerle her zaman kolaylıkla ifade edilemeyecek olanın bir bileşeni olmalıdır. Bazen senaryoya baktığınızda hiçbir şey göremeyebilirsiniz. Harold Pinter`ın dediği gibi, asıl anlam söylenmeyendedir. Müzikle yapmaya çalıştığım filmin tüm bileşenlerinin-senaryo,mekan, oyuncular, montaj- etkilediği öyküye bir yankı yaratmak, onların seslerine ses vermektir.”
 Angelopoulos filmlerinde de net ortaya koyduğu gibi, bu dünyanın insanı hayatı hep yarım kalır, yarım mücadeleler, yarım aşklar, yarım yürüyüşler, yarım mutluluklar… Bu yarım‘lar bir sonsuzluğun içinde geçip gider ve böyle hep eksik kaldığımız sonra göçeceğimiz bir yeryüzünde neden kirletiriz elimizi, neden acılar yaşatırız birbirimize ve neden tanık olur çocuklar daha çocukken ;
“korkuyorum ey selim… deniz sonsuz …gittiğimiz yer nasıl bir yer olacak?
ya orada dağlar vadiler polisler askerler varsa?” / sonsuzluk ve bir gün
 Sorular kimi zaman ürperticiydi .!
Angelopoulos`un dünyaya bakışı açık ve net, insana dairdi.Usta bu insanın ve kavgasının yolculuğunu, kendisinin yolculuğu sürdürdükçe sürdürecekti, zira yolculuğu yine bizi bir yolculuğa çıkaracak filmin setinde sona erdi ve tercihi ettiği ölümü yaşadı! Çünkü benim ölümüm film çekerken olacak demişti.. Öyle oldu .
DENİZ ,BAŞKA BİR DENİZE KARIŞIP GİTTİ..
2012/


http://www.kaoscocukparki.com/(Yazı Alınmıştır)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder